26 Ocak 2017 Perşembe

Manchester by the Sea


Tek bir kıvılcım yetiyor tüm hayatımızı ansızın söndürmeye. Bir bakmışız dünyamız altüst olmuş, yapayalnız kalmışız koca evrende. Her yeni gün bir öncekinin aynısı artık: kuru, ıssız ve çekilmez... Belki fazla kaderci gelecek sözlerim ama yine de baş aşağı da olsa, yere paralel bir şekilde de sürse kanıksayıp yaşamaya, nefes almaya devam ediyoruz birçoğumuz. Tuhaf. Çünkü, dünyamızı başımıza yıkacak olayların vuku bulma ihtimali bile kanımızı dondururken; gün içinde sürekli aman şöyle olursa mahvolurum, onu kaybedersem yaşayamam vesaire gibi kat'i söylemlerde bulunurken kendimizi farkında olmadan hazırlıyoruz felaketlere. Sonra trikotajla hiçbir ilgisi olmayan zalim kader yine ağlarını örüyor, musibet okları yayından çıkıp sırtımıza saplanıyor ancak bir türlü can bedenden çıkmıyor işte. Sahiden insanoğlu her şeye alışıyor, her şeye göğüs geriyor...  Manchester by the Sea, alışmak ne menem şeydir, ne derecede alışılır, ne yapmalı da iyileşmeli, acılarımız zamanla diner mi gibi sorular sorduruyor seyirciye. Öyle yaşamın içinden bir hikayesi var ki, tek ve evrensel bir cevapla geçiştirmek mantıksız kalır, aradığımız yanıtlar da kendimizde saklı esasen. Deneyimlediklerimizde ve tosladıklarımızda hatta. Seyir devam ederken bir yandan da empati mekanizmamızı açık tutup olanlar karşısında mübalağalı hislenmemiz de bu yüzden sanırım. Sokakları denize açılan bir kasabaya geri dönüşün, her köşe başında acı bir hatırayla karşılanışın ve her seferinde yeniden parçalanıp yeniden toparlanışın öyküsü bu. Lee (Casey Affleck) deneyimlediği ve tosladığı sıkıntılar sonrası terk ettiği memleketine kardeşinin ölümü üzerine geri dönmek zorunda kalıyor. Önce cenaze merasimini tertipleyecek sonra da abisinin vasiyetine sadık kalıp yeğeninin (Patrick - Lucas Hedges) bakımını üstlenecek. Manchester'da olmak öyle zor ki onun için aldığı nefes zehir geliyor sanki, kapanmayan vicdan muhasebelerinin, peşini bırakmayan yaşanmışlıkların ağırlığı altında un ufak oluyor. Geçmişteki trajedileri flashbacklerle sürekli hatırlatıp seyirciye de neye uğradığını şaşırtıyor yönetmen Kenneth Lonergan. Lee'nin hayata karşı sakil duruşu, rüzgarda savruk başına buyruk oluşu ve arka fondaki Albinoni klasiği de gam yüklü belleğin tavanarasında gezinirken daha bir anlam kazanıyor. Onun geçmişi tren enkazı adeta. Yaraları deşildikçe, karanlık virajlara inildikçe yüreğimiz yana yana anlıyoruz bunu. Yalnız, filmin melodram yüklü, salyalı sümüklü, sinsi bir aile draması olduğunu sanmayın. Yaşananlar karşısındaki tepkiler son derece insani, sade ve metanetli burada. Mesken seçtiği şehirden ilham alınarak havadar, steril ve pürferah bir ortam yaratılmış. Bu ortamda başa gelen her şey çekiliyor sine sine. Ağlanıyor elbette, ağlamadan rahatlamak mümkün mü? Ama dökülen gözyaşları da alabildiğine ekonomik ve vakur bir dik duruşla harcanıyor. Olsun, ne hacet var aksın gözyaşlarımız aslında. Kurusun göz pınarlarımız. Sonunda birbirlerine tutunan amca-yeğenin ağır zayiat verdiği Manchester savaş meydanından yine birbirlerinin yaralarına üfleyerek çıkışını seyretmenin yüreklere serptiği bir damla su her şeyi unutturur. Bir damla su denize karışırsa acısını, yalnızlığını unutup uçsuz bucaksız göklerle arkadaş olur. İnsan işte. Ne yaşanırsa yaşansın kök salmaya, cılız bir umutla yeşermeye ve gün be gün çiçekler açmaya devam ediyor, ve edecek de. Bir yanı hep eksik kalsa bile... Lee de öyle yapacak. (A+)

1 yorum:

  1. Hayatın tam da içinden bir film.
    Bu yüzden belki izleyenin kalbinde bir yerlere dokunması...

    YanıtlaSil