Fransız Yeni Dalgası’nın ustalarından Alain Resnais’nin 1959
tarihli başyapıtı bende bileklerimi kesme isteği uyandırdı...
İkinci Dünya Savaşı’nın bedelini en ağır biçimde ödemiş bir
kent ve bir kadının yıkılış ve yeniden yaradılış öyküleri, başroldeki Emmanuelle
Riva’nın histerikli sesi, filmin geriye dönüşlerle örülü çarpıcı kurgusu ve
tekinsiz müziğiyle buluşunca, ufak çaplı bir depresyon atlattım. Bir
belgeselden alınmış, atom bombasının yol açtığı felaket görüntülerini hazmetmem
epey zaman alacak. Tam unuttum sanırken
karşıma çıkan bir fotoğraf ya da başıma gelen herhangi bir olay Riva’nın da
dediği gibi o görüntüleri yeniden çağrıştıracak. Ve bir gün, elbet bir gün
tamamen hafızamdan çıkacak…
Film, “hafıza bir insanın canını ne kadar acıtabilir?” sorusunu
odağına alarak ilerliyor. Hiroşima’ya savaş bittikten 14 yıl sonra barış konulu
bir filmde rol almak için gelen Fransız aktris, çekimlerin son gününde Japon
bir mimara aşık oluyor. İkili kuytu bir otel odasında sevişiyorlar. Hatta film
atom bombasının kurbanlarının parçalanmış, küle bulanmış gövdelerinin ardından,
yatakta uzanmış yatan ikilinin çıplak bedenlerini ekrana getirerek açılış
yapıyor. Felaket görüntülerine Fransız aktrisin sözleri eşlik ediyor:
“Hiroşima’da her şeyi gördüm diyor.” Gördüklerini anlatıyor... İkisinin de
mutlu evlilikleri, çocukları var, ama bir otel odasında sevişiyorlar. Vay be
diyoruz, demek ki Hiroşima edepsiz bir aldatmaca esnasında, güpegündüz bir otel
odasında küstahça da konuşulabiliyormuş...
Sonrasında, bu adamın Fransız aktrise geçmişi
çağrıştırdığını anlıyoruz. Ve belleğin acımasızlığıyla tanışıyoruz. Kadın
unuttuğunu sandığı geçmişini bir daha görmeyeceği bu adama tek tek anlatıyor.
Dağınık flashbacklerle, aktrisin savaş yıllarında genç bir kızken, Nevers’de
işgalci Nazi askerlerinden biriyle büyük bir aşk yaşadığını, asker
öldürüldükten sonra da delirdiğini ve ailesi tarafından mahzene kapatıldığını
öğreniyoruz.
Adeta Hiroşima’da atom bombasının patlaması sonucu yaşanan 'kitlesel acı' ile bu kadının kendi içinde yaşadığı 'kişisel acı' birbirine koşut
ilerliyor. Her ikisi de yıkımın ardından yeniden yaratımı yaşıyor ve tuhaf bir
biçimde toparlanıyorlar. Pek tabii bu durum yönetmen Alain Resnais’nin marifeti
ve filmin Fransız Yeni Dalganın ürünü olmasıyla açıklanabilir.
Marguerite Duras’nın imgelerle dolu senaryosu, şairane
anlatımıyla birleştiğinde izleyeni büyülüyor. Ağır aksak ilerleyen temposu ve
tokat gibi çarpan replikleri yüzünden onulmaz bir klostrofobiye sürüklenen
seyirci de bu şiirsellik sayesinde filmin sonunu getirmeyi başarıyor. Tabii
Emmanuelle Riva’nın donuk bakışlarının da mahareti yok değil. Kendisini 2012
yılında da “Amour”da seyretmiştik. Asaletini muhafaza ederek ne de güzel
yaşlanmış öyle…
Filmin kurgusu ve sembolik metni nedeniyle kolay bir
seyirlik sunmadığını kabul etmek gerek. Ancak bir kere kendinizi akışına
bırakırsanız, hayran olmamanız için hiçbir sebep yok. Hatta depresif ruhunu
bile sevebilirsiniz, nitekim böyle filmlere de ihtiyacımız var!