Öncelikle merhaba diyeyim. Uzun süredir uğrayamadım buralara.
Anlatacak şeylerim azalmıştı. Hayatımı yoluna sokmam gerekiyordu, bu süreçte filmlerden, insanlardan ve blogdan uzaklaşıvermiştim. Halen tam manasıyla
düzlüğe çıkabilmiş değilim ama bundan sonra daha çok yazacak gibiyim.
Hayırlısı.
Sebeb-i ziyaretime
gelecek olursak malumunuz dört gün evvel Tarık Akan’ı kaybettik. Türk Sineması’nın en
iyi jönlerinden biri olduğu gibi, gerçek bir sanatçı ve aktivistti de. Onun 70’li
yılların sonlarındaki makas değişiminden bihaberiz çoğumuz. Daha çok romantik
komedi, salon filmleriyle tanıyoruz. Maden, Sürü, Karartma Geceleri gibi
toplumsal filmleri ne yazık ki geniş kitlelere halen ulaşamıyor. Bugün kendi
çapımda Yol filmi hakkında birkaç kelam etmek istiyorum. Yol’un senaryosu
Yılmaz Güney tarafından yazılmış. İlk adı da “Bayram” olarak belirlenmiş. Çünkü
bayram tatili için hapishaneden bir haftalığına salıverilen beş mahkumun
öyküsünü anlatıyor. Film o sırada cezaevinde bulunan Yılmaz Güney’in
direktifleriyle Şerif Gören tarafından 1980 darbesinin hemen akabinde yaklaşık 2 senede gizlice çekiliyor.
Tamamlandıktan sonra da apar topar İsviçre’ye götürülüyor, kurgusu ve montajı
orada yapılıyor. Türkiye’de yasaklandığı için ancak 1999’da gösterime giriyor.
Hatta set ekibi bile filmi aylar sonra Kadıköy’de bir evde toplanıp gizlice
seyrediyorlar. Sonrasında da Cannes’da gösterilip Altın Palmiye’yi kucaklıyor
bildiğiniz üzere.
Filmin çekim aşaması kadar konusu da merak uyandırıcı. Belki
muhteşem bir text, üst düzey oyunculuklar yok ama insanı sarsan, düşündüren
birçok olay var. Gerçekle mizansen iç içe. Cezaevinden bir haftalık bayram
iznine çıkarılan mahkumlar yurdun dört bir yanına dağılıyorlar. Her biri ayrı
hikaye, yol uzun... Ücra köşelerde seyreden külüstür minibüslerin, kara
trenlerin penceresinden 12 Eylül darbesinin Anadolu coğrafyasındaki izdüşümlerini;
haki rengin solgun, ürpertici gölgelerini izliyoruz. Ve üzerlerine demir yumruk
inmiş şaşkın - ürkek insanları. Şehirler, yollar, istasyonlar, otogarlar,
otobüsler dolusu insanlar var. Gözlerinde umutsuzluk, sırtlarında yoksulluk,
gündelik telaşlarında kaygı var. Acıyla çalınan bağlama tınılarına bebeklerin
ağlama sesleri karışıyor. Töre, namus ve şeref naralarıyla üstüne kan
sıçramış çorak toprakların sertliği, cahil insancıkların yüreklerinin katılığıyla
mütemadiyen yarış halinde. Arka fonda da dönemin iğrenç siyasi iklimi tabii...
Koca bir halk tepelerine düşen postal darbeleriyle evlere tıkılmış,
sindirilmiş, korkutulmuş. Sevinç ve özgürlük heyecanıyla izne çıkmış mahkumlar
dışarısının içerisinden de beter hapishane olacağını nereden bileceklerdi ki...
Seyit Ali (Tarık Akan), Mehmet
Salih (Halil Ergün) ve Ömer (Necmettin Çobanoğlu)’i takip ediyoruz. Başka başka şehirlerde aileleri, dertleri, bambaşka
kederleri var. Yol boyunca heyecanlarına tanıklık ediyoruz. Ama bu bayram onlar
için şer bayramı oluyor. Dargınlıkların giderilmesi, barış, hoşgörü ve mutluluk
gibi kavramlarla anılan bayram memleketteki kiri, nefreti temizlemeye yetmiyor
haliyle. Ağzı sulanan azgın kin bayram seyran dinlemeden açığa çıkıyor, kan
gövdeyi götürüyor ve insanlar bir hiç uğruna canlarından oluyor. Neme lazım
töre böyle buyurdu… “Sen düşünme, biz düşünür sana emrederiz” mantığıyla esir
düşmüş yoz bir toplumdan, kendi iradesiyle kalbinin ve aklının sesini
dinleyerek yaşamını tayin etmesini bekleyemezsin ki. Elbette gaddar törelere
boyun eğecek. Bu halet-i ruhiyeyi doruklarda tatmış kahramanlarımızın başlarına
gelenlerden bahsetmeyeceğim. Misal, Seyit Ali’nin gözleriyle sevdiği
sevgili eşi Zine (Şerif Sezer)’yi sözüm ona kötü yola düştüğü için töre emriyle karlı dağlara
sürgün edişinin detaylarını anlatmayacağım. Bunları öğrenmek için filmi
izlemeniz gerekecek. Hem böylece
usulüyle Tarık Akan’ı da anmış olursunuz. Mezarına ışık dolsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder