Brooklyn, gayet sıradan bir dönem filmi aslında. İrlandalı
kızımız Ellis (Saoirse Ronan) fırsatlar ülkesi Amerika’ya göçüyor. Yeni bir başlangıç, yeni bir
hayat… New York’ta sıla hasretiyle ağlak başlayan macera genç bir adamla (Tony - Emory Cohen)
tanışmasıyla yeni bir soluk kazanıyor. Ellis, Tony sayesinde Amerika’daki yaşamına
daha kolay adapte oluyor. Tam oraya sevgi ve aşkla tutunmaya başlamışken de ailevi bir hadise yüzünden acı içinde İrlanda’ya geri dönmek zorunda kalıyor. Elbette
geçici olarak… Ama evine döndüğünde bir kafa karışıklığı yaşıyor Ellis.
Özlediği, içinde rahat ve mutlu olduğu bu taşra hayatı daha cazip geliyor onun
için. "Zaten bir işim olmadığı için gitmiştim Amerika’ya, kendimce artık bir
meslek de edindim acaba geri dönmesem mi sorunsalı?” Üstelik yeni tanıştığı Jim Farrell (Domhnall Gleeson)
de başını döndürüyor genç kızın, gönlünü çeliyor. Kendi adıma, Ellis'in içine düştüğü bu ikircikli durumun
daha başarılı işlenmesini isterdim ben, filmin en büyük problemi bu benim nezdimde. Ellis’in
Tony ve Jim cephelerinde verdiği savaşa, içinde yaşadığı git-gellere tanıklık
edemiyoruz. Öte yandan Tony ve Jim'i de pek fazla tanıyamıyoruz. Bunlar hikayeyi zayıflatıyor. Ayriyeten bir büyüme anlatısı da
denebilir Brooklyn için. Vasıfsız, genç, körpecik Ellis kızımız bir başına
gemiye biniyor; okyanus aşırı bir yolculuğun ardından kendini yepyeni bir
ortamda bulacak. Burada memleket hasretiyle yanarken, göçmenlik sancılarıyla tutuşacak.
Belki yeni acılarla da boğuşacak, ama sonunda kabuğunu kırarak yeni bir insana
dönüşecek. Ama bu yolda da eline geçen malzemeleri pek fazla değerlendiremiyor
film.
Brooklyn’in mensubu olduğu janra yeni bir şey kazandırmadığı
da doğru. Fakat senaryosundaki ufak özensizlikleri de görmezden gelirsek naif
romantikliğiyle seyirciyi sarmalamayı başarıyor. Kusur örten bir sıcaklık -
içtenlik mevcut filmde, sanırım bunun sebeplerinden biri de İrlanda havası
koklatması. Bu şirin ada ülkesini doğası ve müzikleriyle gayet iyi yansıttığını
düşünüyorum. Saoirse Ronan’ın büyüsünü de yadsımak olmaz elbette. Atonement ile
hayatlarımıza giren bu genç aktrisin oyununu her filminde samimi bulmuşumdur
ben, burada da tüm ışıltısı ve naifliğiyle karşımızda. Ellis'in ağırbaşlı, saf aile kızı imajını gayet usturuplu oluşturmuş, aldığı Oscar adaylığına hiçbir itirazım yok. Kadroda övgüye layık olan
bir diğer isim de Emory Cohen, onun da Amerikan kanadındaki ılık esintiyle
katkısı fazla. Son olarak söylemeden geçmeyeyim, 50’lerin ruhunu yansıtan rengarenk
kostümleri de çok çok hoştu. Brooklyn’i En iyi film adayı olarak ilan eden Akademi, aslında en çok ödüle layık olduğu Kostüm Tasarımı dalında niçin aday etmedi
anlayabilmiş değilim; üstelik The Revenant’ın salt ayı postu ve demirli gri
çuvallardan oluşan hilkat garibesi kostümlerine bile adaylık vermişken… (B+)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder