Modern Tiyatronun en iyi oyunlarından biri olarak kabul
edilen Who’s Afraid of Virginia Woolf? (Kim Korkar Hain Kurttan)’un sinema
uyarlamasını henüz izleyebildim. Öncelikle Edward Albee’nin kaleminden çıkmış
zekice diyalogları ve ince göndermeleri şahane bulduğumu peşin peşin
söyleyeyim. Aslında Adem ile Havva’dan beri var olan bir durumun, aşk ile
nefret arasında gidip gelmelerin öyküsü bu. Evlilik müessesi, cinsellik, Amerikan
rüyası, ahlak, aile ve toplum yapısı gibi konularda incelikli laflar ederken,
ironilere başvurmayı da ihmal etmeyen bir seyirlik. Drama olarak sunulmuş olsa
da film boyunca attığım kahkahaların haddinin hesabının olmadığını söylemek
isterim. Özellikle ilk yarısı günümüz sitcomlarına taş çıkartır cinstendi.
Konusundan bahsedecek olursak… Martha ve George (Elizabeth Taylor & Richard Burton) Amerika’da
yaşayan orta yaşlı bir çifttir. Martha bir partide tanıştıkları başka bir çifti
(Nick & Honey - George Segal & Sandy Dennis) geceyi geçirmek ve partiye devam etmek için evlerine davet
ediyor. Film geceden sabaha yalnızca bu 4 kişi arasında geçen diyaloglarla
sürüp gidiyor. Alkole bulanan tüm gece, Martha ve George’un gerçekle sanrının
kıyısında, aşk ve nefret arasında yaşadıkları çılgın gelgitlere sahne oluyor.
Bu gelgitler sırasında bu sarhoş ikilinin birbirlerine sarf ettikleri ağza
alınmayacak hakaretlere, ironik göndermelere ve nefret dolu oyunlarına şahit
oluyoruz. Diğer genç çiftin de aslında onlardan pek farkı yok. Bu oyunlar onların
da aralarındaki yalanları açığa çıkarıyor…
Mike Nichols, ilk yönetmenlik denemesi olmasına rağmen hikayeyi perdeye öyle başarılı aktarmış ki, George ve Martha’nın aralarında yaşanan olaylardan hangilerinin gerçek hangilerinin yanılsama olduğunu ayırt etmekte güçlük çektik. Diyaloglar hiçbir yerde teklemiyor. Yalnızca dört kişi arasında ve iki ayrı mekanda geçen olaylar seyirciyi bunaltmıyor, aksine nabzı hep yükseklerde tutarak gerçeklik hissini kuvvetlendiriyor.
Dediğim gibi, aslında
4 sarhoşun dur duraksama bilmeyen diyaloglarını, sataşmalarını, laf sokmalarını,
hayat tespitlerini izledik iki saat boyunca. Herkesin tahammül edebileceği bir
seyirlik değil ne yazık ki. Ama ben şahsım adına müthiş bir enerji alarak
seyrettim. George ve Martha’nın birbirlerini boğazlaması, Honey’nin saflığı, Nick’in
zaafları bana iyi geldi galiba. Onlar alkolün batağında ağızlarına geleni
sayarlarken ben deşarj oldum sanki, hem de fazlasıyla ketum olduğum bu dönemde…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder