Yol, yolculuk, dostluk üzerine kurulu sürükleyici bir film arıyordum uzun zamandır. Sürüklenmek, kaybolmak, hiç gitmediğim ıssız bir yerde bulunmak istiyordum. Ridley Scott’ın filmi ilaç gibi geldi. Thelma (Geena Davis) ve Louise (Susan Sarandon)’in üstü açık yeşil arabasının arka koltuğunda buldum kendimi. Mutsuz ve güvensiz iki Amerikan kadının el ele, diz dize, dudak dudağa, güçlü kuvvetli hükümet gibi kadınlara evrilişine şahit oldum. Gözlerimin önünde kurtuldular sorunlarından. İçlerinde bastırdıkları her ne varsa gözlerimin önünde dışarı çıkarttılar… Fena mı oldu? Bu vesileyle blogun tozlanmış filmler köşesinin tozlarını da hafiften üfledim hem.
Thelma ve Louise… Yıllarca ne yaşamaktan yana gülmüşler ne
de kocadan sevgiliden yana, belli. Mutlu olmadıklarını daha ilk sahnede
anlıyorsunuz. Hayatın çetrefilleri delirtmiş bu kadınları. Zorluklar,
zorbalıklar tükenmek bilmemiş, adamakıllı deliliklerini de yaşayamamışlar. Hani
dersiniz ya “delidir ne yapsa yeridir” diye. Bunlar öyle değiller işte... Deliye
yatıp, içlerini boşaltmak için fırsat verilmemiş onlara. Sıkışıp kalmışlar,
bunalmışlar, anlıyorsunuz… Kader bu iki deli kadını bir araya getirmiş. Yakın
arkadaş olmuşlar. Kafa kafaya verip bir haftasonu kaçamağı için plan
yapıyorlar. Kadın kadına şehirden uzaklaşacaklar, dağ evine gidecekler… Biraz
tatil yapıp kafa dağıtacaklar, biraz da eğlenecekler… Hazırlıklar tamam. Yola
çıkmadan önce güzelce fotoğraf da (selfie?) çekiliyorlar. Ve gazlıyorlar. Müzikler
şahane, keyifler pür ferah!.. E sonrası? Tahmin edersiniz ki kahramanlarımızın
başına gelmeyen kalmıyor. Onlar da paçalarını kurtarmak için suça bulaşıyorlar.
Tuhaftır ama suç işledikçe de özgürleşiyorlar. Özgürlüklerini tehdit eden her
bir unsuru yıkıp geçiyorlar, taa ki Büyük Kanyon’a kadar…
Filmin feminist okumaları da pek tabi yapılabilir. Thelma da
Louise de erkeklerin sebep olduğu sorunlardan bunalıp şehir dışına, yine
erkeklerin baskın olduğu tozlu yollara çıkar. Uğradıkları bir barda Louise,
Thelma’yı tecavüz etmeye kalkışan aşağılık bir erkeği öldürür. Sonrasında ikilinin
paralarını çalıp, Thelma’yı market soymaya yönelten kişi de yine bir erkektir
(Brad Pitt). Üstelik bu alçak adam Thelma’nın kalbini de çalmıştır. Yine
peşlerine takılıp, sarkıntılık eden kamyon şoförü de bir erkektir ve
kahramanlarımız zincirlerini kırdıktan sonra ona dersini vereceklerdir. Bir
sonraki sekansta Louise’in sevgilisinin (Michael Madsen) söz vermesine rağmen
ikilinin kaçış planını polise öttüğünü öğreniriz. Ayrıca Louise’in de
geçmişinde tecavüze uğradığına dair mesajlar alırız. Film boyunca Thelma’nın, kocasının
diktası altında nasıl sorunlu bir hayat sürdüğünü de anlarız. Burada verilmek
istenen mesaj da, bir kadının erkek diktatörlüğünde yaşamasının nasıl korkunç
olduğudur. Yine finalde ikiliyi yakalamaya çalışan polis ordusu da erkeklerden
oluşmaktadır ve zincirlerinden kurtulan kahramanlarımız bir daha asla erkeklere
teslim olmayacaklardır.
Tüm bunları bir erkek olarak ben görüyor ve söyleyebiliyorum.
Ancak, dünyada kadınların başına örülen tüm çoraplardan erkeklerin sorumlu
olduğunu düşünmek de sağlıklı bir fikir değil. Zaten filmde de ikilinin
başlarına gelen belaların odağında erkeklerden daha çok Thelma’nın saflığı
bulunmaktadır. Thelma bir çocuk gibi saftır. Louise her olayda onu bir ebeveyn
gibi kollamaktadır. Ama ve lakin Thelma’nın bu denli saf oluşunun müsebbibi de
kocasıdır…
Neyse boşverelim mesajları falan… Sürprizleri yukarıda
gerzeklik edip bozdum ama yine de Thelma ve Louise sizlere yüksek tansiyonlu
bir aksiyon ve eğlenceli iki saat geçirtmeyi vaad ediyor. İkiliye hayat veren
Sarandon ve Davis’in karşılıklı döktürmeleri de cabası!
yazınızı çok beğendim.. final ödevimde birkaç alıntı yapabilirim:)) hakkınızı helal etmeniz dileğiyle
YanıtlaSilAh, tabii ki :) kolaylıklar dilerim!..
Sil