İşte şöhret hırsının insan yaşamı üzerindeki tesirlerini
irdeleyen bir klasik daha! What Ever Happened to Baby Jane? Hitchcockvari
gerilimi, üzerine karabasan gibi çökmüş gizemi ve ters köşe yapıp şaşırtan
finaliyle eksiksiz-gediksiz bir başyapıt... Aynı kandan iki düşmanın, Hudson Kardeşlerin hikayesi, bir
gösteride alkışlar eşliğinde başlamakta ve yıllar yıllar sonra bir yaz günü,
kumsalda üzerlerine dikilmiş meraklı gözlerle son bulmakta. Filmin giriş ve sonuç
bölümündeki ilgi odağı Jane Hudson, şöhreti çok küçük yaşta tatmış, babasıyla
beraber yaptığı gösterilerde “Baby Jane”
sıfatıyla halkın gözbebeği olmuştur. Yetenekli bir çocuktur, bir hayli de
şımarıktır. Bu sırada hemen hemen aynı yaşlardaki kız kardeşi Blanche Hudson
ise çocukluğunu silik ve içine kapanık bir biçimde, onu sahne arkasından
izlemekle yetinerek geçirmektedir. Elbette ki kız kardeşinin el üstünde
tutulması, babasının bile Jane’i kayırması, hatta Jane’in onu eziklemesi
Blanche’in psikolojisini kötü etkilemekte, henüz küçücük bir kız çocuğu
olmasına rağmen, bir gün büyüyüp Jane’den daha fazla sevilen bir insan olmanın
hayalini kurmaktadır. Gel zaman git zaman Blanche’in hayalleri gerçek olur…
Jane, çocuk yaşta eriştiği ünü, başarıyı gençlik döneminde kız kardeşi
Blanche’e kaptırmıştır. Artık devir Blanche’in devridir. İstediği her filmde
oynuyor, güzelliğiyle ve yeteneğiyle fırtınalar estiriyordur. Jane ise birbiri
ardına çektiği filmlerdeki başarısız performansı yetmezmiş gibi, alkol
bağımlılığıyla da halkın gözünden düşmüş ve ayıplanmıştır.
İkilinin yaşamlarındaki kırılma noktası ise bir trafik
kazası olacaktır. Zaten bu iki kız kardeşin hayatları başlı başına bir trafik kazası
değil midir? Jane’in sokaklarda kendi yaşıtlarıyla ip atlaması, koşup zıplaması
gerekirken; sahnelerde hep daha iyisini bekleyen, doymak bilmeyen seyircileri
mutlu etmek için didinerek çocukluğunu tüketmesi; ilerleyen yıllarda da bu
seyircilerin performansını beğenmeyerek Jane’e sırt çevirmesi, kendisini alkole
vermesine neden olmuştur. Nitekim Blanche’in çocukluğunu daima Jane’i
kıskanarak, onun yerinde olmak ve ailenin gözdesi olabilmek için yanıp
tutuşarak geçirmesi de pek sağlıklı sonuçlar doğurmamıştır. Bu trafik kazası
sonucunda ünlü aktris Blanche sakatlanarak tekerlekli sandalyeye, kazanın bir
numaralı zanlısı bitik Jane ise duyduğu vicdan azabı nedeniyle Blanche’e bir ömür
boyu bakmaya mahkum olacaktır.
Yönetmen Robert Aldrich, kazanın gizemini finaldeki sahneye kadar korumayı başarmış ve izleyicinin de faili Jane olarak düşünmesini istemiştir. Öyle ki Jane de alkollü olduğu için kazayı hatırlamıyordur. Bu arada, kaza sekansı 1962 yılının teknolojisine göre büyük bir ustalıkla kotarılmış. Gerçekten övgüyü hak ediyor. Filmin bir diğer başarısı da kurguda yatıyor. Kaza sahnesinden hemen sonra hiçbir kopukluğa mahal vermeden, ikilinin yaşlılık dönemine güzel bir geçiş yapılmış. Tabii, makaslanması gereken birkaç sahne de yok değil...
Yönetmen Robert Aldrich, kazanın gizemini finaldeki sahneye kadar korumayı başarmış ve izleyicinin de faili Jane olarak düşünmesini istemiştir. Öyle ki Jane de alkollü olduğu için kazayı hatırlamıyordur. Bu arada, kaza sekansı 1962 yılının teknolojisine göre büyük bir ustalıkla kotarılmış. Gerçekten övgüyü hak ediyor. Filmin bir diğer başarısı da kurguda yatıyor. Kaza sahnesinden hemen sonra hiçbir kopukluğa mahal vermeden, ikilinin yaşlılık dönemine güzel bir geçiş yapılmış. Tabii, makaslanması gereken birkaç sahne de yok değil...
Yaşlılık dönemi filmin bütün gerilimini yükleniyor. Blanche
hala tekerlekli sandalyede. Bütün naifliği ve uysallığıyla yürek burkuyor. Kız
kardeşine böylesi bir fenalık yapma fikri (onu arabayla ezip, sakat bırakma
düşüncesi) ise Jane’i kahretmiş. Hala Blanche’ten nefret ediyor, ama kazayı
hatırlamasa da kendisini Blanche’e bakmak zorunda hissediyor. Duyduğu vicdan
azabı onu hepten kötü yapıyor, hasta ediyor. Günbegün deliriyor Jane. Üstelik hala
alkol bağımlısı… Kahroldukça içiyor, içtikçe çirkinleşiyor, çirkinleştikçe
nefret doluyor, nefret doldukça da Blanche’e ve biz izleyicilere psikolojik
şiddette bulunuyor. Buna rağmen, Jane hala içinde “Baby Jane”i yaşatmaya devam
ediyor. Hala o eski ışıltılı günlere dönme hevesinde. Ben kendi adıma Jane için
film boyunca diğer kardeşe nazaran daha çok üzüldüğümü itiraf etmeliyim. Tamam,
kabul kötürüm kız kardeşine etmediğini bırakmıyor ama salt kıskançlık ürünü
değil onun yaptıkları. Hayatını mahveden bütün olayların odağında Blanche var. Hepimiz
ünlü aktrisleri/aktörleri sevgi seline boğuyoruz, onları göklere kadar çıkartıp
bir süre sonra yaşlandı-kilo aldı-performansı düştü diye paçavra gibi yere
bırakıyoruz. Birçoğu yaşlanıp, yapayalnız sefil bir halde ölüme terkediliyor.
En azından Türkiye’de durum böyle… Açıkçası, Jane’in çocukken söylediği
“Babacığıma bir mektup yazdım” adlı şarkıyı, yaşlanınca ayna karşısında cadıyı
andıran tipiyle ve kulak tırmalayan sesiyle söylemesi bile beni hüzünlendirdi.
Özellikle bütün düğüm çözüldükten sonra kumsaldaki final sahnesinde, deliliğin
doruklarına çıkıp o şarkıyı döne möne, dans ederek tekrardan icra etmesi beni
hepten hüzne boğdu. Diğer taraftan tabi ki Blanche’e de acıdım ve ona da hak
verdim.
Herhalde
prodüksiyonun oyuncu seçimindeki başarısından da bahsetmeden yazıyı
sonlandıracağımı sanmadınız? İki kız kardeşe Bette Davis (Jane) ve Joan
Crawford (Blanche) hayat veriyor.
Şimdi dilerseniz ufak bir dedikodu yapalım… Efendim bilenler bilir, söylentilere
göre bu iki aktris arasında ezelden beri bir sürtüşme, bir düşmanlık varmış.
Birbirlerinden ölesiye nefret ederlermiş. Öyle ki, yönetmen Robert Aldrich, düşman
kız kardeşler rolü için özellikle bu ikiliyi seçmiş. İyi de yapmış. İki aktris
karşılıklı bir şekilde resmen döktürmüş, aralarındaki nefret ve nifak tohumları
perdeye mükemmel bir biçimde yansımış. Tabii olan ateş hattında kalan set
ekibine olmuş. Çekimler sırasında onlar da bu gerilimden muzdarip zor anlar yaşamışlar.
Günümüze kadar ulaşan söylentiler bi hayli de ilginç. İddialara göre, Bette
Davis filmde rol almak için sette mutlaka bir Coca Cola makinesinin bulunmasını
şart koşmuştur. İçeceğinden değil elbette, amacı kocası Pepsi’nin yöneticisi
olan Joan Crawford’u sinir etmektir. Bir diğer söylenti de, Bette’in, Joan’un
kafasını tekmelediği sahnede metod oyunculuğunu konuşturarak, Joan’u hastanelik
ettiği yönündedir. Bette’in Joan’u rol gereği kucağında taşıdığı bir başka
sahnede ise, Joan’un ceplerine taş doldurması sonucu Bette’in belini
sakatladığı iddia edilir. Şehir efsanesi midir bilinmez, ama Bette Davis, Joan
Crawford için “Alev alsa üzerine işemem!” demiştir… Yarım asır önce yaşanmış
olaylar… Doğru olup olmadığını bilemeyiz, ama bildiğimiz bir şey varsa da bu
iki emektar oyuncunun filmde rollerinin hakkını vererek oynamış olması...
Tanrım, çenemi tutamayıp yine milyonlarca spoiler verdim. Üzgünüm...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder