16 Ocak 2017 Pazartesi

Christine


“Haber spikeri Christine Chubbuck, bu sabah Kanal 40’ta canlı yayınlanan bir sohbet programında kendini vurdu. Sarasota Memorial Hastanesi’ne kaldırılan Chubbuck’ın kritik durumu devam ediyor.”  
15 Temmuz 1974.

Bu haber pasajını intiharından sonra yerine gelecek olan spikerin okuması için bizzat Christine Chubbuck'ın yazıp ardında bıraktığı biliniyor. Öngördüğü gibi de oluyor: Chubbuck sabah kuşağında canlı yayınlanan "Suncoast Digest" programında aniden çantasından çıkardığı tabancayı kulağının arkasına dayayıp bir saniye bile düşünmeden tetiği çekiyor, sonrasında bilinci kapalı bir şekilde kanlar içinde hastaneye kaldırılıyor ve akşam haberlerinde spiker onun yazdığı metni okuyarak Chubbuck'ın ölümünü duyuruyor... Bu tatsız önbilgiyi paylaşmamın seyir zevkinize ket vuracağını düşünmeyin sakın, çünkü bu filmin ne  olursa olsun insanı hazırlıksız yakalayacak dehşetengiz bir dokusu var. Antonio Campos'un yönettiği Christine, televizyon tarihine geçen bu ürkünç hadiseyi ve perde arkasında yaşananları anlatıyor. Odağına aldığı yılgın ruh gibi yılgın ve yine en az onun kadar içine kapanık, basık bir film bu. Biraz karanlık, biraz delişmen ve fazlasıyla da kötücül. Kapılarını öyle sert kapatıyor ki size, dünyasına katılmak namümkün bir hal alıyor. Ama parolayı biliyorsanız eğer (ki parola depresyonun ta kendisi), halet-i ruhiye tanıdık geliyorsa intihar kulübünde sandalyeniz hazır. Christine'ın dur duraksama bilmeyen nevrozları ve paranoyaları göz göre göre saplanıveriyor ciğerinize. İlk temasta usulca açıyor onulmaz yarasını. Tıpkı kendisinin tek sıkımda işini hallediverdiği gibi. Temiz. Beyne saplanan tek bir kurşun. Ve öldün. Evet. Bu denli çabuk işte dünya sahnesinden el etek çekme süreci. Ama öncesindeki süreç öyle sancılı ve uzun ki izlerken bile yıpranıyorsunuz. Bir sahnede "benim hayatım resmen bir lağım çukuru" diye bağırıyor Christine annesine, "kokudan rahatsız olduğun için üzgünüm ama arada çıkış kapağını bulup kaçabilmen güzel olmalı" diyor. Kendisi ise mütemadiyen acı içinde, ve oradan bir yere kıpırdayamıyor maalesef. "Düşünce yapını değiştirmen lazım, insan isteyince her şeyi başarır" gibi beylik laflar inadına kanatıyor ruhunu. Çektiği kalp ağrıları yetmezmiş gibi bir de fiziksel sancılar peydah oluyor başına üstelik. Christine'ı gitgide içine kapatan onu yoran, sindiren kara deliğin hacmini ve kapılmamak için sarf ettiği son çırpınışları, yaşamın kıyısından kayıp tökezleyerek aşağı düşmemek için adımlarını sağlam atan ve daima bir yerlere bir şeylere tutunma ihtiyacı hisseden insanlar daha iyi anlayacaktır. Neşeli kişiliklerin hazmedebileceğini ve içselleştirebileceğini sanmıyorum ben bu öyküyü. Öte yandan Christine'ın eylemi bütünüyle kişisel bir mesele de değil. İşini zorlaştıran kaos sevici kanal yönetimine ve Amerikan sansasyonel haberciliğine bir ders veriyor ölümüyle. Onları kendi silahlarıyla vuracak bir intihar saldırısı bu tabiri caizse, ama kan gövdeyi götürdükten sonra da yok olan yalnızca kendisi olacak. Burada yönetmenin spot ışıklarını özellikle intihar sahnesine çevirip seyirciyi terörize ederek etkileyici olmanın ekmeğini yeme çabası benim de midemi bulandırdı biraz. Fakat onun dışında her anını soluksuz izlediğim için görmezden geliyorum. Tabii beni yaralayan, boğan, nefessiz bırakan en büyük detay da Rebecca Hall'un akıllara zarar oyunculuğuydu, belirtmeden geçmeyeyim. (A-)

2 yorum: