Carol'ın zarif dokunuşlarla samimiyet kazanmış hassasiyetine ve iç sızlatan naif duygu-durumlarına diyecek söz bulamıyorum. Aşk sanıyorum beyazperdeye ancak bu denli güzel yakışabilirdi; yalnızca birbirlerine değen gözler, ve çoktan birbirlerinin olmuş kalpler... Öyle tastamam bir film ki, sadece bunlar bile yetmiş hikayeyi ince ince nakış gibi işlemeye. Nazenin bir dokunma duyusu bile öyle güzel anlam kazanmış ki...
O efsunlu bakışlardan fırlayıp hemcinsinin tenine nüfuz ederek, iki bedene de ürkek bir kıvılcım düşüren şeyin adı aşk değil de nedir peki? Sahi, iki bakire ruhun birbirine karışmasının şerefine yangına dönüşmesin mi o küçücük kıvılcım, iki bedeni de aleviyle yakmasın mı? Lezbiyen aşıklara kınayan gözlerle bakan 50'ler New York'unda iki kadın, balta (erkek?) girmemiş otel odalarında dudak dudağa, nefes nefese, zevkle-hürmetle yanıyorlar, sessiz... sakin... Hem de bile isteye ateşe atlamak bu, toplumdan soyutlanıp aşkın peşinden koşmak, vuslatın çağına ererek kül olup okyanuslara karışmak... Carol ile Therese'in aşkları dillere düşüp yok edilemeyecek kadar yüce, hor görülemeyecek kadar da vakur. Carol'ı harika yapan şey de bu işte: gurur.
Sadece bunlar da değil tabii. Dönemi olduğu gibi yansıtan prodüksiyon ve kostüm tasarımcılarına mı, şahane müzikleriyle ruhumuzu okşayan Carter Burwell'a mı, yoksa topyekun bu şahesere imzasını atan yönetmen Todd Haynes'a mı methiyeler düzeyim bilemedim. Buğulu camların ardında belli belirsiz arz-ı endam eden insan silüetleriyle şahlanan sinematografisi de dahil her şey dört dörtlük doğrusu. Zarafet tanrıçası Cate Blanchett yine her sahnede asalet dersi veriyor. İçtiği sigaranın dumanını pür telaş üflemesi dahi saygıdeğer. Rooney Mara da onu dengelercesine mütevazılığı ve tüm saflığıyla hayranlık uyandırıyor. İkisinin de gözlerindeki hüzün 2015 film sezonunun en kahırlı, ama bir o kadar da değerli armağanı...
Puan: (A+)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder