Quentin
Tarantino, “Nefret Sekizlisi” adlı bu sekizinci filminde sekiz karakterine kar
kış kıyametin içinde, kuş uçmaz kervan geçmez dağlarda Sherlock Holmes’çuluk
oynatıyor. Oluk oluk akan kanlar, ummadık anlarda hortlayan terör, mağrur
intikam yeminleri, malum nefret tohumları ve tüm bunlara eşlik eden
serseri bir kara mizahın gölgesinde, ırkçılığı, kelle siyasetini yeren çılgın
alt metin; Tarantino kumpanyasına hoşgeldiniz! 3 saate yaklaşan ömür törpüsü
izleği son çeyreğindeki coşkuyu geneline yayabilseydi şayet, yeni bir Tarantino
güzellemesini daha alkışlayabilirdi bu satırlar, ama heyhat olmuyor işte… Kurgu
masasında filmini makaslatmaktan nefret eden nevrotik yönetmen yine çektiği
tüm tuhaflıkları kumpanyasına dahil etmiş belli ki. Dallanıp budaklanarak
kördüğümlüğe evrilen ve zaman zaman ucuz numaralara da başvuran senaryo, son 1
saat içinde de çözülmeseydi eğer, odaklanmaya çalışırken sıkıntıdan beyin
anevrizması geçirebilirdim hafazanallah. Neyse ki ikinci devrede maçı aldı. Onuncu filminden sonra sinemayı
bırakıp, tiyatro yönetmenliğine göçecek bu üstün beynin, sinema yolculuğunun
son duraklarında tüm hevesini, hırsını alıp ortaya koyduğu eserin altına imza
çakmak istemesini anlıyorum aslında. Quentin Tarantino bir marka kesinlikle,
sevseniz de sevmeseniz de bir tarzı var adamın ve kalemi o kadar kuvvetli ki, garip antikalıklarıyla bile hikayesini izlettiriyor. Sanırım bundan dolayı
kızamıyorum kendisine. Dediğim gibi sıradan bir film çekmekten ziyade bir
kumpanya yaratıyor adam. Karakterlerinin geçmişlerini haset düğümleriyle birbirlerine
bağlamayı, onları dehşetengiz bir düelloyla çarpıştırmayı, ağızlarından kanlar
fışkırtmayı, seyirliğe müzik arası verip izleyicisine nefes aldırmayı seviyor.
Onun lugatında öldürmek bayıltmak kadar sıradan, hafif bir ritüel. Tüm bunlara
alışkın bir seyirci (ben de dahil) The Hateful Eight’ten rahatça keyif almayı
başarıyor.
Mamafih, artık Tarantino’nun spaghetti westernlerden başını kaldırıp, şu lanet olası
ıssız coğrafyaları terk etmesinin vakti gelmedi mi sizce de? Romantik/Komedi çekse bile kabulümdür, yeter ki milenyum çağına teşrif etsin artık. Kendisini rica
minnet medeniyete davet ediyorum. Bu
sivri kalemi modern dünyanın fitne fücurluğuna dokunup, intikam yeminleri
içerek de sinemasal bir şölen yaratabilir pek ala. Bkz. Pulp Fiction, bkz. Kill
Bill. Bu arada Kill Bill sinema yazarları tarafından
Tarantino filmografisinin en zayıf halkası olarak lanse edilir, kesinlikle katılmıyorum en sevdiğim filmidir kendisinin. Çünkü orada kan, şiddet, intikam, nefret gibi klasik
Tarantino bileşenlerinin perde arkasında, bir anne yüreği naifliği de vardır
buram buram. Ayrıca hikaye anlatımında, olay örgüsünde ve müzik kullanımında da
benim nezdimde nirvanaya ulaşmıştır. Dolayısıyla bundan sonra çekeceği Kill
Bill Vol.3 için çok heyecanlıyım ben, umarım hayal kırıklığına uğramam.
Son
olarak oyunculara da küçücük değinmek istiyorum. Tarantino
filmlerinde görmeye alışık olduğumuz Samuel L. Jackson, Kurt Russell, Tim Roth,
Bruce Dern, Michael Madsen gibi isimlere kilit bir rolle (Daisy Domergue)
Jennifer Jason Leigh eşlik ediyor. Hepsi iyiydi ama tüm alkışı Jackson ve
Leigh’e emanet etmek istiyorum ben. Özellikle 53 yaşındaki Jennifer Jason Leigh film boyunca
maruz kaldığı tüm şiddet bombardımanını gayet iyi karşılıyor ve hiçbir noktada
aksamadan onca baskı altında sergilediği mizah gösterileri de iğreti durmuyor.
Neyse efendim fazla söze gerek yok. The Hateful Eight neredeyse vasat bir
Tarantino filmi olsa da, yaratıcısının alamet-i farikasıyla keyif verici
bir seyirliğe dönüşerek finalde tüm aksiliklerini unutturuyor.
Senenin
seyretmesi elzem fabrika filmlerinden. (B+)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder