Televizyonlar, devasa sinema kompleksleri ve dum tıslı barlar var olmadan
evvel insanlar geceleri kabarelere, gazinolara yahut tavernalara giderlerdi.
Gün boyu çalışıp yorulmuş bu insancıklar tüm dertlerini sıkıntılarını
kapının ardında unutup derhal içerdeki tahta sandalyelere yığılıverir ve az
ötedeki sahnede dönen temaşaya bırakırlardı kendilerini. Seyircisiyle burun
buruna olan ve onlara daha nezih daha candan bir cümbüş vadeden bu sahnelerde neler yoktu ki? Müzikal dans şovları, şarkı söyleyen
otrişli-peluşlu kostümler giyinmiş gözleri sürmeli fettan kadınlar, gırgırlı
şamatalı skeçler… Hepsi de misafirlere tam teşekküllü bir gösteri sunmayı amaç
edinmiş muazzam kareografinin birer parçasıydı. Kabareler yalnızca
eğlendirmiyordu tabii o vakitler. Muhalif olma lüksünü sonuna dek kullanarak, öğesi
oldukları siyasi ve sosyo-ekonomik kültürü bütünüyle hicvetmekten de geri
kalmıyorlardı. İşte Cabaret, Amerika’daki büyük buhranın sislerinin yeni
ulaştığı ve yetmezmiş gibi nazizmin de yükselişe geçtiği 1931 Berlin’inde "Kit Kat Club" isimli bir kabareden sesleniyor. Çok değil birkaç sene sonra dev bir krematoryuma evrilecek, korkunç
kıyım ve yıkımlara sahne olacak Almanya topraklarında o dönem hakim olan kaos
ortamının emarelerini hissedebiliyorsunuz açıkça. Hatta müzikler ve şovlar da
nazizmin yükselişine paralel olarak kurgulanıyor. Anlam veremedikleri bir
savaşın eşiğinde değirmenlerini döndürmeye bakan küçük insanların
suratlarındaki hüzün ve koyvermişlikleri de buna bağlı olarak değişiyor.
Sokakta olanlar karşısında bir tek kabare sahnesi ketum davranmıyor. İhtişamlı
spot ışıklarının altında korkusuzca gündemi iğneleyen, kayıtsız kalmayan bir grup insan da var çok
şükür. Hayat bir kabaredir ne de olsa! Böyle dillendiriyor film.
İyi yönetilmiş, iyi kurgulanmış ve iyi oynanmış bir müzikal
bu. Böylesi geniş bir repertuara sahipken,
kabarenin yıldızı, aktris olma heveslisi Amerikan göçmeni Sally Bowles (Liza Minnelli) ile İngiltere’den henüz gelmiş genç yazar Brien’ı (Michael York) odağa alarak, bu kızılca
kıyametin ortasında bir de aşk hikayesi bahşediyor izleyiciye. Fakat onların ilişkisi de dönemin havasına
uyumlu olarak işleniyor elbette. Büyüyor, serpiliyor ve tam meyvelerini
verecekken de köklerinden kaptığı mikropla kuruyup kalıyor ansızın. Bir de
kabarenin sunucusu Joel Grey var ki, efsanevi bir performansla yetinmemiş tüm
bu temaşanın sunumunu da üstlenmiş sanki. Havaysa hava, çalımsa çalım,
marifetli yüz mimikleriyle büyük oynuyor aktör.
Satırlarıma son verirken filmin hınzır sahne gösterilerinden aldığım ışıl ışıl screenshotları da sereceğim buraya. Kim bilir, sezon filmlerinden bunalan biri görüp
vurulur da “daha fazla tozlu raflarda bekletmeyeyim, açıp izleyeyim” der belki?
Ah, yıllar önce izlemiştim, Lisa Minelli genç, ben ondan daha genç :) Çok beğenmiştim filmi de kompozisyon dersinde hoca bir film anlatın dediğinde bunu anlatmış sınıfın en yüksek notunu almıştım :) Bu arada benim tevellüt de çıktı ortaya :)2 yıl önceki Oscar töreninde Lisa Minelli'yi görmüştüm, ne saç biçimi değişmiş ne rengi ama hafiften bir enkaz hali mevcuttu.
YanıtlaSil:)) Teşekkürler yorumunuz için. Evet, ben de hatırlıyorum. Hatta Ellen DeGeneres, Bradley Cooper, Meryl Streep ve tayfasının meşhur selfie pozuna kısacık boyuyla arkalardan ilişmeye çalışmıştı (tabii ki gözükmüyor o fotoğrafta). Saçları da aynıydı hakikaten. O hafif enkazlı halini görünce benim de içim bi cız etmişti, ama yaşlılık işte. Bir gün hepimizin kapısını çalacak.
SilBu arada, blogunuzu takibe aldım...
YanıtlaSil