1983 yazı, Kuzey İtalya. Elio ve Oliver... Perdeye sığmayıp seyircisinin gönlüne taşınan ve orayı pelteye çeviren nazenin bir aşk öyküsünün iki başkahramanı onlar. Sahi, neydi aşk? Bütün mantıkların ve ahlaki teamüllerin uzağında en saf duyguların peşinden gidip sevgiliye sarılma, onu öpme, sadece onunla birlikte olma özlemi miydi? İkiyken ve ayrı ayrı mutsuzken bir ömür boyu yekpare ve mutlu kalma arzusu muydu yoksa? Belki de basitçe sevgilinin elinden iştahla yenilen kutlu bir meyveydi o. Dudağın kenarından suyu akan tatlı yumuşak bir şeftaliydi belki, vuslatı çağrıştıran... Yaz geri gelsin, şeftaliler olgunlaşsın ve biz dalından koparıp yine yiyelim. Ağustos böcekleri yeniden ötüşsün etrafımızda. Meltem rüzgarları ılık ılık esip ruhumuzu okşamaya devam etsin. Akşam yemekleri hafif bir müzik eşliğinde bahçede yenilsin, yavaşça ve huzurla. Nehre yüzmeye tekrardan gidilsin. Islak bedenlerimiz birbirine değsin ağaçların altında. Ve biz yeniden ilk aşkın rüzgarına kapılıp sarhoş olalım, bile isteye yine ve yeniden bir akarsu gibi birbirimize karışalım. Yine ve yeniden. Elio ve Oliver gibi sevdiğimizi kendi adımızla çağıralım... Aşka ve diğer birçok güzelliğe inancımı yitirdiğim, kuruyup taş kestiğim, mutsuz, hayalsiz bir insancığa dönüştüğüm bu dönemde sinema salonunda büyüleyici bir deneyim yaşatıp beni ölüm uykusundan uyandırdığı için Call Me by Your Name'e şükran borçluyum. İzlediğim günden beri midemde kelebekler uçuşuyor ve hala kıpır kıpırım. Aslında çok fazla şey söylemeye gerek yok. Son yılların en iyi queer sinema mahsulü bu, hatta en iyi aşk filmi desek yerinde bir tespit yapmış oluruz. Arttırıyorum, hatta ve hatta son yılların en iyi, en değerli filmi var karşımızda. I am Love ve A Bigger Splash gibi filmleriyle sevdiğimiz yönetmen Luca Guadagnino harika bir duygu dinamiği yakalamış. Çok içten ve çok masum. Müthiş bir sinemasal haz ve zarafetle işlediği her bir sahne tablo gibi adeta. Aşka gelip hislenmemek inanın mümkün değil. Yetmiyor, candan bir baba monologuyla midenize bir yumruk indirip, finaldeki şömine sahnesinde de sizi ebedi hüzne boğarak kalbiniz kırık bir biçimde rutin hayata geri uğurluyor. André Aciman'ın aynı adlı romanından uyarlanan Call Me by Your Name vuslata erememenin, içte kalan ukde ile acıyı unutmak yerine onu ağırbaşla karşılayıp sindirerek büyüyebilmenin anlatısı. Ailesiyle beraber yaşayan 17 yaşındaki müzisyen bir delikanlı (Elio - Timothée Chalamet) eve misafir gelen doktora öğrencisi genç bir adama (Oliver - Armie Hammer) karşı önce duygusal sonra da tensel bir arzu duymaya başlıyor. Gittikçe şiddetlenen hislerinin karşılıksız olmadığı anlaşılınca bu arzular zaman içinde kırılgan bir sevdaya evriliyor. İkili arasında vuku bulan yaz aşkı tüm katmanlarıyla en elzem ve en samimi anları sunularak sahici bir tematikle perdeye yansıtılmış. Elio'nun kendini keşfediş serüveni de güzelce araya serpiştirilmiş. Guadagnino'nun çarpıcı gözlemleri Chalamet'in yeteneğiyle buluşunca onun ilk heyecanı adeta gözlerimizin önünde ete kemiğe bürünüyor. Ben uzun zamandır enerjisini bu denli geçirip seyirciyi ekranın içine vakumlamayı başarabilen bir film izlememiştim. Resmen gri dünyanızdan çıkıp o sıcacık iklime gidiyor ve 2 saat boyunca Elio ile Oliver'ın peşine takılıp keşfe çıkıyorsunuz. Kah rengarenk dökümlü gömlekleri sırtınıza geçirip dans ediyorsunuz, kah kendinizi serin sulara bırakıp onlarla birlikte gündüz düşlerine dalıyorsunuz. Film hiç bitmesin, bir ömür boyu o yaz mevsiminde kalalım, olmaz mı? Düşten uyandığınızda o özel yaz, kara kışa dönmüş olacak çünkü. Şöminenin başında içine içine ağlayan Elio'yu göreceksiniz. Onu teselli edecek cümleler bulamayacaksınız belki, ama sıkı sıkı sarılıp onunla beraber ağlayabilirsiniz. İyi gelecektir diye düşünüyorum. Eve döndüğünüzde Sezen Aksu'dan Küçüğüm'ü de dinleyebilirsiniz Elio'yu özledikçe...
"Ne kadar az yol almışım, ne kadar az yolun başındaymışım meğer.
Elimde yalandan, kocaman, rengarenk, geçici oyuncak zaferler...
Küçüğüm, daha çok küçüğüm..."