2 Ocak 2017 Pazartesi

Toni Erdmann


Rutine hareket kazandırmak... Belki milyonuncu kez yaptığın şeyi (misal; işini) artık olması gerektiği gibi değil de istediğin gibi, içinden geldiği gibi yapmak. Zevkle, neşeyle, mutlulukla... Gülmek, gülümsemek, gevşek olmak aslında ne kadar kolay şeyler. Ve etkileri de ne kadar mucizevi. Hiçbirimiz sonsuza dek yaşamayacağız, bunca koşuşturmanın, çabalamanın kime ne faydası var ki? Eve taşıdığımız eşyaları şöyle bir ağız tadıyla kullanamıyorsak, kendimize, ilgi alanlarımıza ve sevdiklerimize vakit ayıramıyorsak kazandığımız paraların, tırmandığımız kariyer basamaklarının ne önemi var? 21. yüzyıl kapitalist iş dünyasının mensuplarına yaptığı en büyük kötülük onları birbirlerinden uzaklaştırmak olsa gerek. İnsanız ve birbirimize iyi geliyoruz halbuki. Birbirimizde hayat buluyoruz. Birbirimizin hayatlarına dokunuyoruz. Ama galiba en çok ailemizin... Nitekim uluslararası bir firmada yönetici olarak çalışan, kurumsal kimliği öz benliğini katletmiş, bu sebeple ailesini ve tüm sosyal çevresini ihmal etmiş işkolik bir kadının (Ines - Sandra Hüller) sessiz haykırışlarını da yalnızca babası (Winfried - Peter Simonischek) işitiyor ve kızını kapıldığı çarktan koparıp hayata döndürmek, onu mutlu etmek için kollarını sıvıyor. Üstelik bu mukaddes yolda kullanacağı malzemeler de bir takma ad, bir takma diş, bir peruk, birkaç bayat espri ve dev bir sarılıştan ibaret. Bu kadar basit. Ölgünleşmiş rutini canlandırmak, kızının bireysel kimliğini yeniden diriltmek için sevgiyle desteklenmiş mizahın gücü yeter de artar bile. İş dışında hiçbir şey yapmayan, doğum gününü bile iş arkadaşlarıyla ayaküstü kutlamaya hazırlanan Ines'in yaşamı stres dolu ve kaskatı. Bütün o toplantıların, sunumların, iş yemeklerinin, uzun telefon görüşmelerinin ve takım ruhu zırvalarının arka planında uçsuz bucaksız bir yalnızlık gördüm ben. Babası ise tam tersine hayat dolu, sevgi dolu... Kendisine yarenlik eden kör gözlü ihtiyar köpeği öldüğünde bile yalnız kalamıyor. Hayatının her anına sinmiş muziplikler ile karşısına çıkan herkesle ahbaplık kurabilecek kadar da dünya insanı. Kızının hayatına da bu sayede entegre olabiliyor, hem de onun tüm karşı koyuşlarına rağmen. Zira kaleyi içten fethetmeden amacına ulaşması mümkün değil. Finale doğru uhrevi bir boşalma anında bağır çağır icra edilen "Greatest Love of All" şarkısı oradan sonra artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına işaret ve babanın nihayet kızının zincirlerini kırmayı başardığının da kanıtı. Filmin yaratıcısı Maren Ade, birbirlerini pek seven ama birlikte de yapamayan bu iki aykırı ruhtan, samimiyetinden katiyen şüphe etmeyeceğiniz sıcacık bir baba - kız portresi çizmiş, helal olsun. İçinize işliyor. Tüm elemini - kederini mizahla yoğurduğu için de uzun süresine rağmen bunaltmıyor. Toni Erdmann'ın "yaşamaya geldik, sürekli bir şeyleri halletmek zorunda değiliz" yönündeki telkinleriyle etrafınızdaki kariyer kumkumalarını da tanıştırın lütfen. Ben öyle yapacağım. (A)

2 yorum:

  1. Marquez ve Woolf gördüm. Beğendim hemen :) Sinema ve Oscar Isaac kedisi cabası. Kar da yağıyor fonda.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler, hoşgeldin diyeyim o zaman :) Severek takip ettiğim bir blogun yazarını burada görmek çok mutlu etti beni.

      Sil