14 Ocak 2017 Cumartesi

Meryl ve Florence Foster Jenkins


Meryl Streep... Yaşayan en yetenekli aktris kuşkusuz. Geçtiğimiz haftaki Altın Küre Ödül Töreninde Cecile B. DeMille Yaşam Boyu Başarı Ödülü'yle kariyerinin bir kez daha taçlandırıldığını duymuşsunuzdur siz de. Kırkı aşkın senedir devam eden sanat yaşamı için dünya üzerindeki hangi methiyeleri düzersem düzeyim hepsi ucuz kalacak, şanına pırıltısına yakışmayacak biliyorum. O yüzden onun ödülünü almak üzere Mamma Mia! film müziği eşliğinde sahneye çıktığı esnada salondan çekilmiş birkaç fotoğraf karesini paylaşıp geçeceğim basitçe...  




Meryl Streep'i uzun uzun alkışlayan hayran-aktris grubunun yalnızca bir kısmı bu (aralarında Isabelle'cim canım da var 💕 neyse zevzekliğe lüzum yok). Hepsi de çok kıymetli bir mücevher görmüş gibi bakıyor değil mi? Onun hak ettiği sevgi ve hürmete bu denli mazhar olabildiğini görmek beni inanılmaz mutlu ediyor. Ve eminim kendisi de çok mutlu bir kadındır. Nefis bir pozitif enerjiye sahip, filmlerini seyrettiğimde nicedir görmediğim ama çok sevdiğim yakın bir akrabamla karşılaşmış gibi sevinçten hemhal oluyorum. Sanki kan çekiyor. Onu daha çok sevmeli ve kucaklamalıyım, bu sebeple Postcards from the Edge ve Death Becomes Her gibi hafif komedi filmlerini de izleyeceğim en kısa zamanda. Ama önce Florence Foster Jenkins'ten bahsedelim.



Florence Foster Jenkins'in hem çatlayana dek kahkaha attıracak kadar komik,  hem de yürek parçalayacak kadar buruk bir hikayesi var. Önce gülmekten gözünüzden yaşlar geliyor resmen, sonlara doğru da çeşmeyi kapatmıyorsunuz; bir temiz ağlayıp filme öyle veda ediyorsunuz. New York sosyetesinin renkli simalarından Florence (Meryl Streep)'ın son zamanlarında, 1940'lı yıllarda geçiyor bu film. Müzikle iç içe bir yaşam sürmüş, ömrü hayatı boyunca müziğe, operaya, solistliğe dev bir aşk beslemiş ve hızını alamayıp çevresindeki dalkavukların yüreklendirmesiyle kendini sahnelere atmış çılgın bir kadın Florence. Lakin opera yapmaya elverişli bir sesi yok ne yazık ki. Hatta kibarlık edemeyeceğim, kendisi mazallah arya söylemeye kalktığında bariz gülünç duruma düşmektedir. Buna karşılık değme opera sanatçılarının bile temkinli yaklaştığı zorlu opera bestelerini kulağı ve tekniği olmamasına rağmen icra etmekte, bu besteleri bet sesiyle detoneler ve sürtoneler eşliğinde tabiri caizse katletmekte beis görmemektedir. Gerçekten sesi korkunçtur belki ama öylesine şevkle şarkı söylemektedir ve sahnedeyken mutluluktan öylesine kendinden geçmektedir ki izlerken hayran kalır ve hüzne sürüklenirsiniz. Öte yandan gerçek Florence'ın filmde çizildiği gibi kendinden bu denli bihaber olduğundan şüpheliyim ben. Anlatının drama dozunu arttırmak için biraz abartıya kaçıldığını seziyorum. Tabii burada yönetmenin duyguları manipüle etmedeki çabasının başarıya ulaştığını da söyleyeyim. Filmin başkarakterine acımanız için özellikle ikinci yarıda elinden geleni ardına koymuyor Stephen FrearsOrta halli bir seyircinin kalbini fethetmek için adeta pusuda bekleyen birçok klişe hamleye başvuruyor. Bu içten pazarlıklı tavır filmin gözümdeki kıymetini bir tık aşağı çekti açıkçası.  Diğer yandan Frears'ın filmografisine baktığımızda Dangerous Liaisons ve The Queen  gibi güçlü dönem dramaları var. Prodüksiyon dizaynı, kostüm tercihi, dekorlar vs. gibi alanlarda şerbetli olduğu için görsel açıdan hiçbir kusura mahal vermiyor. Meryl Streep, Hugh Grant ve Simon Helberg'den oluşan oyuncu kadrosu da üzerlerine düşen vazifeyi gayet başarılı kotarınca ortaya seyretmesi keyifli, ama birazcık hüzünlü, orta direk bir dramedi çıkıyor. (C+)

Son olarak hala izlememiş olanlar için Meryl Streep'in Altın Küre Ödül Töreninde kısık sesiyle yaptığı muhteşem konuşmayı da bırakayım buraya;



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder