Bu gece sahiplerini bulacak Oscar Ödüllerinden ve önümüzdeki cuma günü adaylarını açıklama niyetinde olduğum Sinemarquez Ödüllerinden önce sizlerle paylaşmak istediğim birkaç 2014 filmi daha var. Şimdilik bende iz bırakmayı başarmış, bu iki ödül listelerinde de ön plana çıkacak olan 4 filmi sizler için seçtim. Devamı gelir mi bilemiyorum. Ama kısa kısa da olsa haklarında bir iki kelam etmek isterim. Haydi başlayalım!
Ida
Kasvetli bir film Ida. Savaştan henüz yakasını kurtarabilmiş
Polonya’nın ölüm kokan, ürkünç atmosferinde geçiyor. Çok sağlam bir hikayesi
var. Sağlam, incelikli ve o kadar da naif. Filme adını veren Ida (aslında
adının Anna olduğunu sanıyor) Manastırda büyümüş. Rahibeliğe adım atabilmek
için de hayatta olan tek akrabası (teyzesi Wanda) ile görüşüp onun olurunu
almak zorunda. Ida (namıdiğer Anna) teyzesiyle birlikte gerçek kimliğiyle de
tanışıyor. Köklerini, geçmişini tüm çıplaklığıyla öğreniyor. Ida ile Wanda
öylesine zıt iki karakter ki… Birisi kalıplara sığmayan, dengesiz, hayatla,
insanlarla hep kavgası-davası olan bir yargıç. Diğeriyse alabildiğine sakin,
dingin, ağırbaşlı, sessiz-sedasız… İkisi birbirini tamamlıyor aslında.
Aralarındaki kontrast ilişki, Tanrıyı keşif yolculuğunda seyirciye de ruh
muhasebesi yaptırıyor. Derin bir terapi adeta. Ida’nın duydukları karşısında gösterdiği
metanet ders verir cinsten. Filmin belkemiği görüntü yönetimine de değinmeden
geçmeyeyim. Birbirinden eşsiz siyah beyaz fotoğraflarla bezenmiş
sinematografisi muazzamdı gerçekten. Hayranlığımı dile getirecek söz bulamıyorum,
çok beğendim. Kadrajın üst bölümünde özenle bırakılmış boşluklarda, karakterlerin
omuzlarındaki melekleri dikizlemiş, varlıklarını/yokluklarını incelemek istemiş sanki
görüntü yönetmeni. Spoiler: Wanda’nın intihar sahnesi bile öylesine güzel
işlenmiş ki, arka fonda Mozart eşliğinde, peşisıra ağlama seansı olmadan,
ansızın, derin, çabuk. Şiirsel!
Puan: (A)
Two Days, One Night
Puan: (A)
Two Days, One Night
1960ların savaş yorgunu Polonya’sından, 2010’lu yılların
ekonomik kriz mağduru Belçika’sına uzanıyoruz. Two Days, One Night, Dardanne
Kardeşler’den insanların vicdanına seslenen bir yapım. Hırs ve parayla beslenen
“kapitalizm” adlı vahşi hayvanın çirkin dişleri arasında ezilmiş, depresyona ve
işsizliğe sürüklenmiş evli ve çocuklu bir kadının, Sandra’nın öyküsü bu. Fonda
ne bir müzik var ne de salyalı sümüklü bir melodram sahnesi. Yaşanan evrensel
sancıyı olduğu gibi dupduru bir şekilde anlatmayı tercih etmiş Dardanne
Kardeşler. İyi de yapmışlar. Sandra’nın yaşadığı depresyon yetmezmiş gibi işine
geri dönebilmek için iş arkadaşlarına 2 gün 1 gece boyunca döktüğü dile
tanıklık ediyoruz sadece. Böylesi daha sarsıcı ama. Pek sevdiğim Marion Cotillard’ın
oyunculuğu öylesine iyiydi ki sanki gerçekten de hayata zar zor tutunan narin,
ürkek bir kadın vardı karşımızda. Oynamıyor yaşıyor adeta. Baştan sona kadar su
gibiydi. Sandra’ya sarılıp sessizce ağlamak istedik hepimiz. Finalde umutla
hayata devam ettiğini görünce, onunla birlikte biz de rahat bir nefes aldık..
Ben son olarak bu filmi hepinize tavsiye edeceğim. Kesinlikle izleyin, empati
kurun kapitalizmin insanlığı getirdiği son noktayı sizler de görün.
Puan: (A-)
The Grand Budapest Hotel
Büyük Budapeşte Oteli, öylesine naif, öylesine renkli,
öylesine masalsı bir atmosferde geçiyor ki, BA-YIL-DIM! Aylar önce izlemiş olmama rağmen hala aklıma
geldiğinde çocuksu bir gülümseme kaplıyor yüzümü ve burnuma da çilekli-kremalı
bir pasta kokusu geliyor. Şeker gibi bir film kesinlikle. Yönetmen koltuğunda
oturan, hepimizin sevdiği Wes Anderson aynı zamanda senaryoyu da kendisi
yazmış. Cinayet, hırsızlık, işkence, adam kaçırma gibi olayları muzip bir
tatlılıkla ele almış her zamanki gibi, ortaya da şirinlik muskası, masalsı bir
serüven çıkmış. Her bir karesi için ayrı ayrı özenildiği belli. Fazla emek var
bu filmde. Prodüksiyon dizaynından tutun da kurgusundan müziklerine kadar alın
teri var. Teknik açıdan harika olmasının sebebi de bu işte. Eleştirebileceğim
tek nokta ise oldukça hızlı ilerleyen temposu. Olayların bu kadar hızlı
gelişmesi hikayeyi zayıflatmış sanki. Ama onun dışında benim açımdan Ralph
Fiennes’in oyunculuğu da dahil her şey kusursuzdu. Ayrıca her bir sahnede küçük
de olsa şaşırtıcı rollerle sağdan soldan beliren oyuncular (Edward Norton,
Tilda Swinton, Adrien Brody, Lea Seydoux, Harvey Keitel, Jude Law…) da pek pek
hoştu.
Puan: (A)
Selma
En iyi film ve En iyi özgün şarkı (“Glory”) dallarında Oscar
adayı olan Selma, Martin Luther King önderliğindeki siyahilerin oy hakkı için Selma
adlı kentten eyalet başkentine kadar yaptıkları protesto yürüyüşlerini konu
alıyor. Arka planda da Martin Luther King’in yaşamından kesitler sunarak,
fırsatlar ülkesi(!) Amerika’nın utanç dolu kara tarihine odaklanıyor. Kamera
arkasında Afroamerikan kadın yönetmen Ava DuVernay var. Kendisi, kadın gözüyle
böylesine ağır bir konu ince ince nasıl işlenirin dersini veriyor. Kamerasını
izleyiciyi sarsacak detaylara dokundurmaktan da geri kalmayan DuVernay’nin
anlatım tarzını sevdim. Özellikle final sahnesinin işlenişi çok başarılıydı. Son
olarak Martin Luther King’e hayat veren David Oyelowo, eşini canlandıran Carmen
Ejogo ve çarpıcı birkaç sahnede ortaya çıkan Oprah Winfrey’nin de performansını
beğendiğimi söylemeliyim.
Puan: (A-)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder