Blue Jasmine
Eğer bir kadın olarak dünyaya gelseydim Jasmine’e benzerdim
herhalde. Onun gibi eksantrik, başına buyruk, nevi şahsına münhasır. Yaşamına
düşünmeden tasasız bir şekilde devam etmek isteyen fakat düşünmeden, kaygılanmadan
edemeyen… Kontrolü asla elinden bırakmayan ama belli bir noktadan sonra ipin
ucunu kaçırıp saçmalayan… Özgür ruhunun
aksine sırtını birine yaslamadan dik duramayan… Hayatını yoluna koymak için bir
şeyler yapması gerektiğinin farkında olan fakat ne yapacağını asla bilmeyen ya
da bilmek istemeyen… Neler yapabileceği kestirilmeyen… Sabırlı olduğunu sanan,
belli bir noktaya kadar travmalara dayanabilen, sonraysa strese yenik düşüp
çığlık atmaya başlayan… Aslında bütün kadınları ruhunda barındıran, hepsine
selam çakan… Kendi depresyonunu kendisi yaratan… Ahh deli Jasmine!!! O çok
sevdiğin Louis Vuitton marka çantanla geçmişini her gittiğin yere yanında
sürüklemeseydin çok daha sağlam başlangıçlar yapabilirdin oysa… Sen de ben de
bıraksak keşke anılarımızı bir köşede, unutsak belki, yepyeni bir sayfa
karalayabiliriz o zaman. Kim bilir… Jasmine kadar lüks düşkünü değilim tabiki
de. Devasa bir malikanede oturmak yerine, kimsenin ağız kokusunu çekmeden, tek
odalı bir evde mütevazi bir yaşam sürmeyi tercih ederim. Onun kadar depresif
bir ruh haline de sahip olduğum söylenemez henüz, ama öte yandan onun kadar
hayat dolu da değilim. Ama sıkıntılı geçen bir günün ardından kendimi attığım
bir bankta, onun yaptığı gibi yanımda oturanı darladığım da olmadı değil
yani!.. Jasmine’in (aslında tüm kadınların) paradoks ruh hali, yazıyı iyice
karmaşıklaştıracak şimdiden uyarayım.
Gone Girl
Paradoks mu demiştim? Bu sene David Fincher yorumuyla
beyazperdenin bahşettiği en paradoks karakterdi kayıp kızımız Amy. Muhteşem Amy
mi demeliydim yoksa? Aynı adlı kitaptan yazarı tarafından uyarlanan Gone
Girl’ün iki bölümden oluştuğunu söylemek yanlış olmaz herhalde. İlk bölümde Amy
ve Nick Dunne çiftinin harika ilişkilerini, mutlu evliliklerini ve dört dörtlük
yaşamlarını izliyoruz. Tabi bunları izlerken bir şeylerin yolunda gitmediğinin
de kokusunu alıyoruz inceden. Derken esas kızımız esrarengiz bir biçimde
ortadan kayboluyor. Akabinde “hay allah görüyor musun bak nazar değdi, kesin
başına bir şey geldi kızcağızın!” şeklinde ah vahlanırken, Nick’in olayalar
karşısındaki kayıtsızlığına küfrederken buluyorsunuz kendinizi. Amy’nin
hazırladığı kusursuz denklem sayesinde zehirli okları esas oğlana
yöneltiyorsunuz hemen. Sonraysa ikinci perde açılıyor ve allak bullak olup,
ağzınız bir karış açık bir şekilde Muhteşem Amy’nin çevirdiği türlü dolaplarla,
dehşetengiz oyunlarla tanışıyorsunuz. Bir anda Nick aklanıyor gözünüzde.
Amy’nin saat gibi işleyen intikam planına odaklanıyorsunuz. Canı yanmış bir
kadından daha tehlikeli ne olabilir? –Canı yanmış bir erkek? Bilemiyorum…
Kill Bill
Amy’den daha çok canı yanmış bir kadınla, Gelin (The
Bride)’le devam ediyoruz şimdi yolumuza. En mutlu gününde -düğününde-, bir zamanlar
kendisinin de üyesi olduğu suikast timinin kilisede yapmış olduğu katliam
sonucunda komalık olan, en yakınlarını orada feci şekilde kaybeden, 4 yıl sonra
uyandığı koma uykusunun peşinden hayatını zindan eden eski ekibine bunun
hesabını ödetmek için ant içen Gelinin çıktığı yolculuğu, ekip üyelerinden tek
tek intikamını alışını izlemiştik Kill Bill’de. Kahramanımızın tek bir filme
sığmayan intikam planı Amy’ninkinden daha kanlı ve daha naifti. Bu da en
sevdiğim yönetmen Tarantino’nun marifetiydi tabii. Efsane müzikler eşliğinde,
unutulmaz dövüş sahneleriyle dolu muhteşem bir filmdi. Elbette ki birkaç kusuru
vardı (o, bu yazının konusu değil) ama benim gözümde bir başyapıttı Kill Bill.
Bir tarafta Gelinin hayvani bir şekilde insanları doğramasını, şelale gibi
fışkıran kanları izlemiştik, diğer tarafta da minik kızıyla kurduğu şefkatli
bağa tanık olmuştuk.. Evet, her şeyden öte bir anneydi aslında Gelin. Yavrusunu
kaybetme korkusunu derinlerde yaşamış, hayatı zindana dönmüş bir anne o. Tabiki de onu minicik kızından uzakta, bir hastane köşesinde 4 yıl boyunca uyumaya mahkum edenler, intikamın en soğuğuna/en ateşlisine maruz kalacaklardı. Ne sandınız? İşte
yukarıda sorduğum sorunun cevabını da bulmuş olduk hemence: -Canı yanmış bir
kadından daha tehlikeli ne olabilir? “Canı yanmış bir anne!”
Anne demişken, İspanya’dan bir annelik örneğiyle devam
edelim şimdi de. Pedro Almodovar bu filminde bir ailenin 3 kuşak kadınını
anlatıyor. Anne, kızı ve torunu. Anne, bir yangında öldüğü sanılırken, yıllar
sonra esrarengiz bir biçimde ortaya çıkıyor. Kızı Raimunda bir film yıldızı
olmanın hayalini kurarken, işsiz kocası ve kızına bakmak için zor şartlar
altında çalışıyor. Ergenlik çağındaki torun, üvey babasının cinsel istismarına
uğrayınca onu öldürüyor. Raimunda da kızını korumak ve kocasının ölümünü
gizlemek için yeni bir mücadeleye girişiyor. Volver’in Türkçe anlamı “dönüş”.
Her daim kadın gözlemini çok başarılı bulduğum ve bir hayli de sevdiğim Almadovar, Raimunda’nın kocası öldükten sonra başka bir kadına
dönüşümünü, annesinin ölümden dönüşünü, ve ailenin kadınlarının doğdukları
kasabaya geri dönüşünü anlatıyor bu filmde. Bütün bunları da esrarengiz
olayların yaşandığı, erkeklerin kadınlardan önce göçtüğü, batıl inançların ve
hayaletlerin uçuştuğu, kaçık kadınların yaşadığı bir kasaba teması üzerinden
trajikomik bir şekilde aktarıyor. Özellikle girişteki mezarlık sekansına
bayıldığımı söylemeliyim. Bu arada, başroldeki altı kadının da bu film ile
Cannes Film Festivali’nde altın palmiye kazandığını dipnot olarak belirteyim.
Oyunculuklar muhteşem! (Filmin şarkılı sahnesini en aşağıda bulabilirsiniz.)
Anna Karenina
“Bütün mutlu aileler birbirlerine benzer. Mutsuz ailelerin
ise kendilerine özgü mutsuzlukları vardır.” diyordu Anna. O mutsuz ailelerden
birine mensuptu ve evet mutsuzluğu da şahsına münhasırdı. Herkesin gıpta ettiği
bir kocası vardı aslında. Saygıdeğer, sakin, iyi yürekli… Sonra, çok sevdiği
bir oğlu vardı. Dışarıdan bakıldığında şen şakraktı, mesut görünüyordu. Ama velev
ki mutsuzdu. İçinde volkanlar
patlıyordu. Kocasını seviyordu ama ona aşık değildi. Bir gün trenden inerken
genç bir adama, Vronsky’ye kaptırmıştı gönlünü. Bir süre kuytularda yaşadı
ikili aşklarını. Fakat Anna genç adamdan bir çocuk peydahlayınca her şey su
yüzüne çıkmıştı işte. Vronsky’nin saman alevi gibi tutuşup aniden sönüveren
sevgisi de… Birden “kötü kadın” ilan edilivermişti Anna.
Yasak aşkını tek başına yaşamamıştı oysa
suç otağı Vronsky’nin itibarında hiçbir zedelenme yoktu. Şaşırdınız mı? Eminim
şaşırmadınız, çünkü 2010lu yıllarda bile insanların algısı bu yöndeyken,
1800lerin Rus halkından farklı bir davranış bekleyemezsiniz. Maalesef namus
yalnızca kadınlara biçilmiş bir kaftan hala… Dayanamadı Anna. Her şeyin
başladığı yerde, istasyonda bir trenin önüne atlayarak canına kıydı.
The Hours
Bir kadını anlamak böylesine zorken, 3 ayrı evrenden 3 ayrı
kadını anlayıp – anlatmanın maharetiyle övünüyordu The Hours. Üstelik, edebiyat
tarihinin en eksantrik kadın yazarı olan Virginia Woolf’un yaşamı ve onun
başyapıtı sayılan Mrs. Dalloway’den ilham alıyordu. 1923’ün Virginia Woolf’unu,
1951’in Laura Brown’ını ve 2001 yılının Clarissa Vaughan’ını (bir yazar, bir
okuyucu ve bir kahraman da diyebiliriz) paralel olarak perdeye yansıtan
yönetmen Stephen Daldry, aynı zamanda sinema tarihinin en şairane intihar
sahnesine de imza atmıştı. Eee Virginia Woolf’a böylesi yakışırdı sonuçta… Anna
Karenina’nın tersine, bu filmin başrolündeki 3 kadının da hanelerindeki
mutsuzluğun sebebi benzerdi aslında. Üçü de partnerlerine karşı ihanetlerini iç
alemlerinde yaşıyorlardı ve üçü de kendilerini bulundukları ortama ait
hissetmiyordu. Fakat bir kadının kalbi sırlarla dolu bir okyanustu işte. En
derinlere gömdüğü, bastırdığı duyguları bile bir anda kabarıp gün ışığına
kavuşabilirdi. “Kalanların yaşamın değerini anlaması için birinin ölmesi
gerekiyor” demişti Virginia ve ölen kendisi olmuştu. Onun yazdıklarını okuyan
Laura hayatın kıymetini anlamış olacak ki ölmekten vazgeçip, ailesini terk ederek
yaşamayı tercih etmişti. Virginia’nın kahramanı, milenyumdaki alter egosu Clarissa (Mrs. Dalloway) ise, ikisinin de kaçtığı şeylerle yüzleşip, gerçekten
olmak istediği kadın olmuştu. Ama heyhat, o da mutlu değildi işte…
Et maintenant on va où ?
Bir de kolektif kadınlar var tabi. Lübnan’lı kadın yönetmen
Nadine Labaki’nin filmi “Peki Şimdi Nereye?” Cannes Film Festivali’nde
dakikalarca ayakta alkışlanmış. Ülkesindeki iç savaşın, kadınları getirdiği son
noktayı başarılı bir şekilde anlatmış Labaki. Tabii melodramlara sığınmaktan da
geri durmamış ama yine de çok sevdim ben bu filmi, insana umut aşılıyor.
Özellikle de birçok şeyden umudu kestiğimiz şu günlerde… Çok derin bir yaraya
parmak basmasına rağmen, mizah duygusuyla insanı hemen gülümsetiyor. Evet,
kolektif kadınlar dedim. Peki ya neden? Hristiyanlarla Müslümanların bir arada
yaşadığı Lübnan’da bir köyde geçiyor film. Her yeri kasıp kavuran fitne, gün
geliyor bu küçücük köyü de etkisi altına alıyor ve iki dinin mensupları
birbirlerine düşüyor. Babalarını, kocalarını ve evlatlarını bu fitne yüzünden
kaybetmiş kadınlarsa kutsal bir ittifak kurup bu savaşı engellemeye çalışıyor.
Filmde o kadar enteresan sahneler var ki, beğeneceğinize eminim. Bugünün anlam
ve önemini belirttiği için özellikle sona sakladım. Aşağıda fragmanını da
paylaşıyorum ve bu yazı dizisini de filmde geçen bir sözle kapatıyorum;
"Her tarafta savaş devam ederken huzuru
bulmuş bir köy. Derin bir uykudan yeni bir barışa uyanmış erkekler. Çocuklarını
korumak için, silah ve fişek yerine dua ve çiçeklerle savaşan siyahlı kadınlar.
Kader yeni bir yol bulmak için onları kullandı…"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder