31 Aralık 2016 Cumartesi

Mutlu Seneler!!!


A Bigger Splash, Luca Guadagnino
American Honey, Andrea Arnold
Elle, Paul Verhoeven
The Eyes of My Mother, Nicolas Pesce
The Handmaiden, Chan-wook Park
Krisha, Trey Edward Schults
Things to Come, Mia Hansen-Løve
Toni Erdmann, Maren Ade
Swiss Army Man, Dan Kwan/Daniel Scheinert
Under the Shadow, Babak Anvari

Evet, 31 Aralık 2016. Senenin son günü. Yıl sonunda şöyle bir ardımıza bakıp muhasebe yapmak adettendir biliyorsunuz ki. Film yıllığı özelinde baktığımda 2016'dan bana yukarıdaki 10 kıymetli film kaldı şimdilik.

30 Aralık 2016 Cuma

Hunt for the Wilderpeope


Hunt for the Wilderpeople yılın tüm yorgunluğunu üzerinizden atmanız için şahsınıza sunulmuş keyifli, hafif bir seyirlik vaat eden şirinlik muskası bir hediye olarak kabul edin. Giriş cümlesi biraz fazla mıç mıç oldu biliyorum ama gerçekten de bu tabiri hak ediyor bu film. Yeni Zelanda'da tombul, afacan bir azmanı evlat edinen orta yaşlı çiftin tabiat ananın yeşil saçlarının üzerine konuşlanmış pürferah dağ evindeyiz. Koruyucu ebeveynleri ile evlatlığın (Ricky) zor da olsa kurmayı başardıkları aile saadetine şahit oluyoruz. Sonra aniden patlak veren bir hadise sonucu aile nüfusu üçken ikiye düşüyor ve izlek de bununla beraber boyut değiştiriyor. Ricky'nin aylaklık, hırsızlık, yere tükürme, ateşle oynama vs. gibi suçlarla kabaran dosyası ıslahevine yollanmasına sebep olacak gibi. Fakat kimi kimsesi olmayan bu problem çocuk sağ kalan ve ayrıca bir problem teşkil eden koruyucu ebeveyniyle birlikte, kendisini ıslahevine tıkmaya niyetlenen çocuk esirgeme kurumuna karşı amansız bir mücadeleye girişiyor. Birbirlerini çok güzel ehlileştiren ikili, devlete, kurumlara ve yasalara açtıkları bu savaşta soluğu doğanın ulu kollarında alıyor. Ormanın derinliklerinde izlerini kaybettirmeyi isteseler de işler umdukları gibi gerçekleşmiyor. Sıcak, şefkatli yuvaya adeta ambargo koymaya hazırlanan, uyguladığı saçma prosedürlerle hevesleri yine kursaklarda bırakan devletin kolluk kuvvetlerinin kedi; zora koşulan, birbirlerinden koparılmak istenen baba - oğul portresinin ise fare olduğu bu oyunda Thelma & Louise'e de selam çakmış yönetmen, ama yine de çok büyük meramlardan bahsetme hevesinde olduğu sanılmasın. Aksine küçük, fazla dertlenmeyen, yalnızca suratlarda minik bir tebessüm hedefleyen bir film bu. Böylesi daha güzel zaten. Ha bu arada Hunt for the Wilderpeople, bu sene Swiss Army Man ve Captain Fantastic'ten sonra izlediğim yüzünü doğaya çevirmiş üçüncü yeşilli film. Swiss Army Man'i çok seviyorum. Çok özgün ve yürek inciten bir dokusu var, diğer yandan da absürt mizahıyla eğlendiriyor. Captain Fantastic ise tren enkazı. Sistemi eleştirmek için çıktığı yolda kendiyle çelişmeye, samimiyetsiz, yapmacık ve abuk bir imaja bürünmeye başlıyor. Odağına aldığı ailede de zerre inandırıcılık göremedim. Benim nazarımda Hunt for the Wilderpeople, Swiss Army Man'in bir tık aşağısındadır. Evet, buradaki karakterler de karikatürize edilmiş ve çoğu zaman abartıya kaçacak misyonlar üstleniyor fakat sevimliliği ve sempatisiyle gönülleri kazanmayı da ihmal etmiyor. (B+)

29 Aralık 2016 Perşembe

Nocturnal Animals


"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti..." Cidden... Tabii yerseniz. Henüz ilk filmi A Single Man'in yakaladığı üstün başarıyla değme sinema ustalarını kıskandıran ünlü moda tasarımcısı Tom Ford'un ikinci yönetmenlik deneyimi olan Nocturnal Animals, soğuk ve yalnız yenilen (güya) bir intikam yemeğini anlatıyor. Bir sanat galerisi işleten Susan (Amy Adams), iş hayatındaki başarılarının yanında eşantiyon olarak sahip olduğu zengin - yakışıklı bir kocaya (Armie Hammer) ve lüks içinde süren elegan yaşamına rağmen hanesinde bir türlü huzuru bulamamaktan mütevellit uyku problemi çekenlerden. Bu bahtsız ruh, günün birinde eski kocası  Edward'dan (Jake Gyllenhaal) bir paket alıyor. Paketin içinde Edward'ın Susan'a atfen yazdığı bir kitap taslağı var. Rutin hayatının keşmekeşinden bunalan Susan uykusuz geçen gecelerden birinde bu kitabı okumaya başlıyor ve içindekilerden çok etkileniyor. Ford, Susan ve çevresindekilerin gündelik yaşayışları ile Susan ve Edward'ın 19 yıl önceki birlikteliklerini ve kitapta geçen bambaşka bir suç olayını paralel kurguyla sunmuş Nocturnal Animals'da. Zaman ve sahne geçişleri gerçekten güzel sağlanmış, buna herhangi bir lafım yok. Lakin senaryosundaki boşlukları doldurmaya yeltenen afili yamalardaki mantık hataları filmi çekilmez kılıyor. Bir kere sözüm ona Edward'ın eski karısından intikam alışına aracılık eden malum kitap taslağı boş ve işlevsiz geldi bana. İnandırıcı bulmadığım gibi intikam anlatısıyla arasında çok bağıntı da kuramadım. Verdiği açıklarla baş edilemeyen senaryo metni koyver gitsin mantığıyla bir süre sonra alelade çalakalem karalanmış sanki. Hatta kusurlarını örtmek için esrarengiz bir hava verilmeye de çalışılmış. Bir de kocaman kocaman hareketler... Sanat sepet, artsy-fartsy boyundan büyük göndermeler, estetik kaygılarla zemini yıkama yağlama çalışmaları bu beyhudeliğe tuz biber ekmiş. Ben şahsen Susan'ın bu ucuz kitabı okurkenki kendinden geçmelerini de anlamsız ve sinir bozucu buldum. Demek ki Haneke'nin Funny Games'ini izlese türlü panik ataklar ve şoklar geçirip canına kıyacak garibim. Ayy, ne kadar inandırıcı, ne kadar doğal ve sahici tepkiler. Canım benim. Sadece Susan da değil tüm oyuncu kadrosunun da bu bayık hikayeyi içselleştiremediği için böylesi emanet ve yakışıksız tavırlara sığındığını ve filmin olmamışlığına hizmet ettiğini düşünüyorum. Ama tabii bunlar benim fikirlerim. Pek bir alkışlandı film sosyal medya sinefilleri tarafından. Alkışlamaktan fırsat bulduklarında da filmi sevmeyenleri "onloyomodokloro oçon boğonmomoşlordor, yokso mokommol bor sonomosol şolon" tarzında nidalarla yaftalıyorlar. Komik. Neyse... Olmadı Tom... Kendini çok ciddiye almadığın bir başka projede görüşürüz. (C)

21 Aralık 2016 Çarşamba

American Honey


Ben bu dünya umurlarında olmayan, çok sevdikleri asi gençliklerini uyuşturucu ve alkol batağında tüketen, "vuhhuu genciz, eğleniyoruz, hayatımızı yaşıyoruz"cu tayfaya katiyen tahammül edemezdim aslında. Nasıl oldu bu film beni bu kadar avucunun içine aldı da 163 dakika boyunca gıkımı çıkarmadan seyrettim anlayamıyorum. Daha önce izlediğim filmlerin büyük çoğunluğu Amerikan alt sınıfı gençlerini yukarıdan bakarak yargılama peşindeydi. Bendeki bu algının sebebi bu filmlerin empoze ettiği normlar olabilir. Belki hayatımda ilk kez onlarla kendimi göğüs hizasında hissettim ve onlardan biri olmanın sandığımdan çok daha güzel olabileceğini kavradım. Belki de şu sıralar tıpkı onlar gibi her şeyden uzaklaşmaya, hiçbir mekana, hiçbir insana bağlı ve bağımlı kalmadan günler - haftalar geçirmeye ihtiyacım var. Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa o da bu filmin algılarımı değiştirdiğidir. Kendin gibi olan insanların hikayelerini ya da ortak değer yargısına sahip olduğun, ortak amaçlar paylaştığın karakterlerin yer aldığı filmleri beğenmek kolay; asıl mesele ön yargıyla yaklaştığın bir kesimin öyküsünü sevebilmekte. Sadece bu yüzden bile Andrea Arnold'u alkışlayabilirim. Kaldı ki o American Honey ile bunların çok daha ötesinde hissel ve biçimsel bir başarı da yakalamış. Adımlarını sağlam atan, yer yer aynı hedefi nişan alsa da kesinlikle ıskalamayan anlatısını, işlevsel müziklerle, şiirsel video klip estetiğiyle ve provasız oyunculukların şeffaf samimiyetiyle taçlandırmış. Film boyunca, diyar diyar dolaşıp artık kimselerin okumadığı dergileri satarak gününü kurtarmaya bakan bir minibüs dolusu yitik gencin ölgün hayallerini dinliyorsunuz. Hikayenin merkezinde de genç bir kız var: Star (Sasha Lane). Star'ın bu gruba katılışı bir kaçış esasen. İzbe bir viranede geçen, yokluk, yoksunluk hatta cinsel istismarla bile sınanan yaşamından ardına bakmadan uzaklaşmak istiyor Star. Nereye, nasıl gideceğinin hiçbir önemi yok. Yeter ki içkisini yudumlayabileceği, arada dans edebileceği dertsiz tasasız bir yer olsun. Kaybolsun. Aidiyetsizlik, yersizlik, yurtsuzluk, amaçsızlık bunlar da mühim değil, yüzün nerede gülüyorsa orası senin cennetindir. Umutsuz topraklarda aşkı da bulan Star öyle güzel özgürleşiyor ki bu yolculuk sayesinde, bir müddet sonra kendini Amerika gibi hissetmeye başlıyor. En az Amerika kadar serbest ve özel, Amerika gibi gözde ve büyüleyici... Arnold odağına aldığı gençleri yaşam tarzlarından müzik zevklerine kadar seyirciye tanıtmakla kalmıyor, onları sevdiriyor da. Üstelik minibüsün uğradığı kentlerden paylaştığı fotoğraflar vesilesiyle, bugün görmezden gelinen alt sınıf özelinde Amerikan rüyasının nasıl suya düştüğüne, sınıflar arası ekonomik uçurumun varlığına ve hayallerin parayla satın alınabilirliğine dair çarpıcı kesitler de sunuyor. Lady Antebellum'un filme adını veren parçasının çaldığı ve tüm minibüsün hep bir ağızdan şarkıya eşlik ettiği harika sahne için ise diyecek söz bulamıyorum, sizin de içinizi ısıtacaktır muhakkak...  (A-)