29 Şubat 2016 Pazartesi

Carol


Carol'ın zarif dokunuşlarla samimiyet kazanmış hassasiyetine ve iç sızlatan naif duygu-durumlarına diyecek söz bulamıyorum. Aşk sanıyorum beyazperdeye ancak bu denli güzel yakışabilirdi; yalnızca birbirlerine değen gözler, ve çoktan birbirlerinin olmuş kalpler... Öyle tastamam bir film ki, sadece bunlar bile yetmiş hikayeyi ince ince nakış gibi işlemeye. Nazenin bir dokunma duyusu bile öyle güzel anlam kazanmış ki...

O efsunlu bakışlardan fırlayıp hemcinsinin tenine nüfuz ederek, iki bedene de ürkek bir kıvılcım düşüren şeyin adı aşk değil de nedir peki? Sahi, iki bakire ruhun birbirine karışmasının şerefine yangına dönüşmesin mi o küçücük kıvılcım, iki bedeni de aleviyle yakmasın mı? Lezbiyen aşıklara kınayan gözlerle bakan 50'ler New York'unda iki kadın, balta (erkek?) girmemiş otel odalarında dudak dudağa, nefes nefese, zevkle-hürmetle yanıyorlar, sessiz... sakin... Hem de bile isteye ateşe atlamak bu, toplumdan soyutlanıp aşkın peşinden koşmak, vuslatın çağına ererek kül olup okyanuslara karışmak... Carol ile Therese'in aşkları dillere düşüp yok edilemeyecek kadar yüce, hor görülemeyecek kadar da vakur. Carol'ı harika yapan şey de bu işte: gurur. 

Sadece bunlar da değil tabii. Dönemi olduğu gibi yansıtan prodüksiyon ve kostüm tasarımcılarına mı, şahane müzikleriyle ruhumuzu okşayan Carter Burwell'a mı, yoksa topyekun bu şahesere imzasını atan yönetmen Todd Haynes'a mı methiyeler düzeyim bilemedim. Buğulu camların ardında belli belirsiz arz-ı endam eden insan silüetleriyle şahlanan sinematografisi de dahil her şey dört dörtlük doğrusu. Zarafet tanrıçası Cate Blanchett yine her sahnede asalet dersi veriyor. İçtiği sigaranın dumanını pür telaş üflemesi dahi saygıdeğer. Rooney Mara da onu dengelercesine mütevazılığı ve tüm saflığıyla hayranlık uyandırıyor. İkisinin de gözlerindeki hüzün 2015 film sezonunun en kahırlı, ama bir o kadar da değerli armağanı...


Puan: (A+)

28 Şubat 2016 Pazar

Sinemarquez Ödülleri'15



Film sezonunu bi'hayli geriden takip eden dış kapının mandalı bir sinema bloggerı olarak tenekeden bozma ödüllerimi de oldukça rötarlı dağıtacağımı tahmin etmişsinizdir herhalde. Aman efendim, geç olsun da güç olmasın. Bu gece tam da oscarlar pusuda bekleyen sırası gelmiş sahiplerinin arsız ellerine değmeden önce Sinemarquez Ödülleri emek verip sahiden harika işler başarmış haklı insanlarla buluşacak, ne büyük onur... "İzlemezsem çatlarım!" tarzında nidalarla anılan tüm filmler de destur mestur beklemeden kutu kola gibi tüketildiğine (elbette kalbimizi hızlandıranlar yeniden ziyaret edilecek), merak ve heyecanla edepsizce akan salyalar silindiğine göre hemen açıklayayım yüksek müsaadenizle:

4 Şubat 2016 Perşembe

Müzik Kutusundan Sanrılar 7: Anna Karenina


Tolstoy’un başyapıtı Anna Karenina’yı yeni bitirdim ve bu muhteşem Rus klasiğini  nihayet tamamlamanın verdiği coşkuyla bugün blogda 2012 sinema uyarlamasının enfes müziklerine yer vermek istiyorum. Kamera arkasında Joe Wright’ın yer aldığı, Anna rolünde Keira Knightley’i izlediğimiz bu filmi pek sevmiştim. Şimdi uyarlandığı şaheserle tanıştıktan sonra bir nebze yavan geliyor elbette, ama ben yine de toz konduramıyorum. İhtişamlı, hınzır, baştan çıkarıcı bir adaptasyondu bu. Özellikle tüm hikayeyi tiyatro sahnesine indirgemesi ve muzip ama zararsız bir alaycılıkla sekans geçişlerini kurmasıyla gönlümü fethetmişti. Anna’nın içine düştüğü ağır bunalım ve muğlaklığın halet-i ruhiyesiyle, dönemin Fransız özentisi Rus sosyetesinin lüks yaşantısını ve ahlak anlayışlarını da gayet güzel harmanladığını düşünüyorum. Ama tabii ki en büyük başarısı da prodüksiyon dizaynı ve müzikleriydi, bunu kimse inkar etmeyecektir herhalde. Bilenler bilir, Dario Marinelli imzalı bu müzikler filmin ruhumuzda uyandırdığı hayranlığı maksimum seviyeye ulaştırmıştı. Özellikle Anna ile Vronsky’nin dans ettiği sahnenin fonunu oluşturan “Dance with Me” isimli besteyi ve o muazzam sahneyi tırnak içinde hatırlatmak gerek: