31 Aralık 2016 Cumartesi

Mutlu Seneler!!!


A Bigger Splash, Luca Guadagnino
American Honey, Andrea Arnold
Elle, Paul Verhoeven
The Eyes of My Mother, Nicolas Pesce
The Handmaiden, Chan-wook Park
Krisha, Trey Edward Schults
Things to Come, Mia Hansen-Løve
Toni Erdmann, Maren Ade
Swiss Army Man, Dan Kwan/Daniel Scheinert
Under the Shadow, Babak Anvari

Evet, 31 Aralık 2016. Senenin son günü. Yıl sonunda şöyle bir ardımıza bakıp muhasebe yapmak adettendir biliyorsunuz ki. Film yıllığı özelinde baktığımda 2016'dan bana yukarıdaki 10 kıymetli film kaldı şimdilik.

30 Aralık 2016 Cuma

Hunt for the Wilderpeope


Hunt for the Wilderpeople yılın tüm yorgunluğunu üzerinizden atmanız için şahsınıza sunulmuş keyifli, hafif bir seyirlik vaat eden şirinlik muskası bir hediye olarak kabul edin. Giriş cümlesi biraz fazla mıç mıç oldu biliyorum ama gerçekten de bu tabiri hak ediyor bu film. Yeni Zelanda'da tombul, afacan bir azmanı evlat edinen orta yaşlı çiftin tabiat ananın yeşil saçlarının üzerine konuşlanmış pürferah dağ evindeyiz. Koruyucu ebeveynleri ile evlatlığın (Ricky) zor da olsa kurmayı başardıkları aile saadetine şahit oluyoruz. Sonra aniden patlak veren bir hadise sonucu aile nüfusu üçken ikiye düşüyor ve izlek de bununla beraber boyut değiştiriyor. Ricky'nin aylaklık, hırsızlık, yere tükürme, ateşle oynama vs. gibi suçlarla kabaran dosyası ıslahevine yollanmasına sebep olacak gibi. Fakat kimi kimsesi olmayan bu problem çocuk sağ kalan ve ayrıca bir problem teşkil eden koruyucu ebeveyniyle birlikte, kendisini ıslahevine tıkmaya niyetlenen çocuk esirgeme kurumuna karşı amansız bir mücadeleye girişiyor. Birbirlerini çok güzel ehlileştiren ikili, devlete, kurumlara ve yasalara açtıkları bu savaşta soluğu doğanın ulu kollarında alıyor. Ormanın derinliklerinde izlerini kaybettirmeyi isteseler de işler umdukları gibi gerçekleşmiyor. Sıcak, şefkatli yuvaya adeta ambargo koymaya hazırlanan, uyguladığı saçma prosedürlerle hevesleri yine kursaklarda bırakan devletin kolluk kuvvetlerinin kedi; zora koşulan, birbirlerinden koparılmak istenen baba - oğul portresinin ise fare olduğu bu oyunda Thelma & Louise'e de selam çakmış yönetmen, ama yine de çok büyük meramlardan bahsetme hevesinde olduğu sanılmasın. Aksine küçük, fazla dertlenmeyen, yalnızca suratlarda minik bir tebessüm hedefleyen bir film bu. Böylesi daha güzel zaten. Ha bu arada Hunt for the Wilderpeople, bu sene Swiss Army Man ve Captain Fantastic'ten sonra izlediğim yüzünü doğaya çevirmiş üçüncü yeşilli film. Swiss Army Man'i çok seviyorum. Çok özgün ve yürek inciten bir dokusu var, diğer yandan da absürt mizahıyla eğlendiriyor. Captain Fantastic ise tren enkazı. Sistemi eleştirmek için çıktığı yolda kendiyle çelişmeye, samimiyetsiz, yapmacık ve abuk bir imaja bürünmeye başlıyor. Odağına aldığı ailede de zerre inandırıcılık göremedim. Benim nazarımda Hunt for the Wilderpeople, Swiss Army Man'in bir tık aşağısındadır. Evet, buradaki karakterler de karikatürize edilmiş ve çoğu zaman abartıya kaçacak misyonlar üstleniyor fakat sevimliliği ve sempatisiyle gönülleri kazanmayı da ihmal etmiyor. (B+)

29 Aralık 2016 Perşembe

Nocturnal Animals


"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti..." Cidden... Tabii yerseniz. Henüz ilk filmi A Single Man'in yakaladığı üstün başarıyla değme sinema ustalarını kıskandıran ünlü moda tasarımcısı Tom Ford'un ikinci yönetmenlik deneyimi olan Nocturnal Animals, soğuk ve yalnız yenilen (güya) bir intikam yemeğini anlatıyor. Bir sanat galerisi işleten Susan (Amy Adams), iş hayatındaki başarılarının yanında eşantiyon olarak sahip olduğu zengin - yakışıklı bir kocaya (Armie Hammer) ve lüks içinde süren elegan yaşamına rağmen hanesinde bir türlü huzuru bulamamaktan mütevellit uyku problemi çekenlerden. Bu bahtsız ruh, günün birinde eski kocası  Edward'dan (Jake Gyllenhaal) bir paket alıyor. Paketin içinde Edward'ın Susan'a atfen yazdığı bir kitap taslağı var. Rutin hayatının keşmekeşinden bunalan Susan uykusuz geçen gecelerden birinde bu kitabı okumaya başlıyor ve içindekilerden çok etkileniyor. Ford, Susan ve çevresindekilerin gündelik yaşayışları ile Susan ve Edward'ın 19 yıl önceki birlikteliklerini ve kitapta geçen bambaşka bir suç olayını paralel kurguyla sunmuş Nocturnal Animals'da. Zaman ve sahne geçişleri gerçekten güzel sağlanmış, buna herhangi bir lafım yok. Lakin senaryosundaki boşlukları doldurmaya yeltenen afili yamalardaki mantık hataları filmi çekilmez kılıyor. Bir kere sözüm ona Edward'ın eski karısından intikam alışına aracılık eden malum kitap taslağı boş ve işlevsiz geldi bana. İnandırıcı bulmadığım gibi intikam anlatısıyla arasında çok bağıntı da kuramadım. Verdiği açıklarla baş edilemeyen senaryo metni koyver gitsin mantığıyla bir süre sonra alelade çalakalem karalanmış sanki. Hatta kusurlarını örtmek için esrarengiz bir hava verilmeye de çalışılmış. Bir de kocaman kocaman hareketler... Sanat sepet, artsy-fartsy boyundan büyük göndermeler, estetik kaygılarla zemini yıkama yağlama çalışmaları bu beyhudeliğe tuz biber ekmiş. Ben şahsen Susan'ın bu ucuz kitabı okurkenki kendinden geçmelerini de anlamsız ve sinir bozucu buldum. Demek ki Haneke'nin Funny Games'ini izlese türlü panik ataklar ve şoklar geçirip canına kıyacak garibim. Ayy, ne kadar inandırıcı, ne kadar doğal ve sahici tepkiler. Canım benim. Sadece Susan da değil tüm oyuncu kadrosunun da bu bayık hikayeyi içselleştiremediği için böylesi emanet ve yakışıksız tavırlara sığındığını ve filmin olmamışlığına hizmet ettiğini düşünüyorum. Ama tabii bunlar benim fikirlerim. Pek bir alkışlandı film sosyal medya sinefilleri tarafından. Alkışlamaktan fırsat bulduklarında da filmi sevmeyenleri "onloyomodokloro oçon boğonmomoşlordor, yokso mokommol bor sonomosol şolon" tarzında nidalarla yaftalıyorlar. Komik. Neyse... Olmadı Tom... Kendini çok ciddiye almadığın bir başka projede görüşürüz. (C)

21 Aralık 2016 Çarşamba

American Honey


Ben bu dünya umurlarında olmayan, çok sevdikleri asi gençliklerini uyuşturucu ve alkol batağında tüketen, "vuhhuu genciz, eğleniyoruz, hayatımızı yaşıyoruz"cu tayfaya katiyen tahammül edemezdim aslında. Nasıl oldu bu film beni bu kadar avucunun içine aldı da 163 dakika boyunca gıkımı çıkarmadan seyrettim anlayamıyorum. Daha önce izlediğim filmlerin büyük çoğunluğu Amerikan alt sınıfı gençlerini yukarıdan bakarak yargılama peşindeydi. Bendeki bu algının sebebi bu filmlerin empoze ettiği normlar olabilir. Belki hayatımda ilk kez onlarla kendimi göğüs hizasında hissettim ve onlardan biri olmanın sandığımdan çok daha güzel olabileceğini kavradım. Belki de şu sıralar tıpkı onlar gibi her şeyden uzaklaşmaya, hiçbir mekana, hiçbir insana bağlı ve bağımlı kalmadan günler - haftalar geçirmeye ihtiyacım var. Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa o da bu filmin algılarımı değiştirdiğidir. Kendin gibi olan insanların hikayelerini ya da ortak değer yargısına sahip olduğun, ortak amaçlar paylaştığın karakterlerin yer aldığı filmleri beğenmek kolay; asıl mesele ön yargıyla yaklaştığın bir kesimin öyküsünü sevebilmekte. Sadece bu yüzden bile Andrea Arnold'u alkışlayabilirim. Kaldı ki o American Honey ile bunların çok daha ötesinde hissel ve biçimsel bir başarı da yakalamış. Adımlarını sağlam atan, yer yer aynı hedefi nişan alsa da kesinlikle ıskalamayan anlatısını, işlevsel müziklerle, şiirsel video klip estetiğiyle ve provasız oyunculukların şeffaf samimiyetiyle taçlandırmış. Film boyunca, diyar diyar dolaşıp artık kimselerin okumadığı dergileri satarak gününü kurtarmaya bakan bir minibüs dolusu yitik gencin ölgün hayallerini dinliyorsunuz. Hikayenin merkezinde de genç bir kız var: Star (Sasha Lane). Star'ın bu gruba katılışı bir kaçış esasen. İzbe bir viranede geçen, yokluk, yoksunluk hatta cinsel istismarla bile sınanan yaşamından ardına bakmadan uzaklaşmak istiyor Star. Nereye, nasıl gideceğinin hiçbir önemi yok. Yeter ki içkisini yudumlayabileceği, arada dans edebileceği dertsiz tasasız bir yer olsun. Kaybolsun. Aidiyetsizlik, yersizlik, yurtsuzluk, amaçsızlık bunlar da mühim değil, yüzün nerede gülüyorsa orası senin cennetindir. Umutsuz topraklarda aşkı da bulan Star öyle güzel özgürleşiyor ki bu yolculuk sayesinde, bir müddet sonra kendini Amerika gibi hissetmeye başlıyor. En az Amerika kadar serbest ve özel, Amerika gibi gözde ve büyüleyici... Arnold odağına aldığı gençleri yaşam tarzlarından müzik zevklerine kadar seyirciye tanıtmakla kalmıyor, onları sevdiriyor da. Üstelik minibüsün uğradığı kentlerden paylaştığı fotoğraflar vesilesiyle, bugün görmezden gelinen alt sınıf özelinde Amerikan rüyasının nasıl suya düştüğüne, sınıflar arası ekonomik uçurumun varlığına ve hayallerin parayla satın alınabilirliğine dair çarpıcı kesitler de sunuyor. Lady Antebellum'un filme adını veren parçasının çaldığı ve tüm minibüsün hep bir ağızdan şarkıya eşlik ettiği harika sahne için ise diyecek söz bulamıyorum, sizin de içinizi ısıtacaktır muhakkak...  (A-)

24 Kasım 2016 Perşembe

Krisha


Krisha, stil sahibi kaotik kurgusuyla ve şahsına münhasır görüntü işçiliğiyle dikkat çeken, nitelikli, eksantrik bir ilk film. Ayrıksılığını ve seyredeni hemencecik sarmalayan sahiciliğini de ince fikirli genç yönetmenine (Trey Edward Schults) borçlu. Zira Schults'un akrabalarını ve dostlarını bir eve toplayarak filmin çekimlerini sadece dokuz günde tamamlamış olması, odağına aldığı disfonksiyonel ailenin kopuk ilişkilerini de irdelediği için büyük önem arz ediyor. Film bu noktada bana 2013 yılında izlediğimiz Coherence'i hatırlattı biraz. Oradaki yönetmenin evinde dostlarla yapılan toplantının samimiyetini Krisha'da da hissetmek mümkün. Sizi bilmem ama ben böylesi minimal hoşlukları, nazenin detaycılığı çok seviyorum, ekranda dönen anlatıya yaşanmışlık da katıyor hem. Etkisi ve yumruğu da çok daha kuvvetli olabiliyor böylece. Burada da bir araya gelmiş kalabalık ailenin bencil ve yılgın üyeleri arasındaki tatlı-sert etkileşim yabancı gelmediği gibi sarstı da beni. Kısaca özetlemek gerekirse mazisi karanlık altmışlarında bir keş Krisha (Krisha Fairchild). Müptelalığı yüzünden uzaklaştığı ailesiyle yıllar sonra Şükran Günü yemeği için buluşuyor. Kimse geçmişi unutmamış ama Krisha'nın ufaktan toparlandığı ümit edilerek ortak yaşanmışlıkların hatrına sünger çekilmiş. Lakin bu aile sohbetleri, bilindik mutfak şangırtıları, ev içlerinin uyuşuk ritüelleri ve zaman değişiyor ben sabit kalıyorum hissi kadının içindeki uyuyan devi uyandırıveriyor hemen. Eski kadim günahlarına teslimiyeti zor olmuyor. Kilitli kutunun açılması ile fırından yeni çıkarılan dev kanatlının yere düşmesi akabinde infial töreni başlıyor ve Krisha yemek sofrasında sansasyon yaratıyor. Alkolün ve hapların keskin kamera hareketleri sayesinde ayan beyan görülebilen emareleriyle tüm düğümün çözüldüğü, özellikle Schults'un yönetim ve Fairchild'ın ise oyunculuk becerilerini sonuna kadar konuşturduğu bu yemek sahnesi finalde seyirciyi de sofranın etrafında oturan aile bireyleriyle beraber boğazlarda kalan birer lokma ile uğurluyor. (A-)

30 Ekim 2016 Pazar

Under the Shadow


İnsan, varlığına katiyen inanmadığı bir şeyden korkabilir mi?
Sorunun yanıtı için Tahran'da bir apartman dairesindeyiz. Sene 1988. İran - Irak Savaşı'nın son devreleri. İslam Devrimi sonrası İran'da kaotik bir ortam hakim, fokur fokur kaynıyor adeta. Ana karakterimiz Shideh mollaların istilasıyla kara çarşafa dolatılmış bu  toplumda aklını fikrini muhafaza edebilen nadir muhalif kadınlardan.  Lakin, hükümeti devirmekle suçlanarak kapı dışarı edildiği tıp okuluna bir türlü geri dönemediği için zor günler geçiriyor. Bu da yetmezmiş gibi kocasının da savaş bölgesine tayini çıkıyor ve kızıyla bir başına kalakaldığı Tahran'daki apartmana füze isabet ediyor. Bu korkunç olaydan sonra apartman sakinleri birer birer tüyerken, Shideh kızının git gide tuhaflaşan davranışları yüzünden apartmanı bir türlü terk edemiyor. Nedeni hurafeler... Toplum, üyelerini yavaş yavaş birbirine benzetir. Shideh mürekkep yalamış, aklı başında, inançsız bir kadın olmasına rağmen, apartmandaki batıl inançlı komşularından etkileniyor sürekli. Ağır savaş şartlarının tetiklediği yalnızlık, aidiyetsizlik, dışlanmışlık gibi hislere eşlik eden asap bozucu alarm ve bomba sesleri uyku problemleriyle de birleşince halüsinasyon görmeye başlıyor kadın. Çocuklar zaten söylenenlere hemen inanırlar ve daima hayal görmeye meyillidirler. Hal böyle olunca da anne - kız kendilerine üç harflilerin musallat olduğuna inanıyorlar kolayca. Under the Shadow'daki cin temsili klasikten bi hayli uzakta kalıyor yalnız. Buradaki üç harfli yaratık, İslam devrimi ve savaştan sonra iyice çökmüş İran'daki sosyal ahlak yapısını temsil ediyor sanki. Zor kullanıyor, yalan söylüyor, provokasyon yaratıyor, kışkırtıyor ve anne - kızı birbirine düşürüyor. Üstelik tüm bunlar Shideh için toplumsal çekincelerinin birer tezahürü aslında. Toplumda beğenmediği, korktuğu her ne varsa (kızını kaybetme korkusu da dahil) bu cin denilen varlıkta vücut bulup karşısına dikiliyor... Yönetmen Babak Anvari'nin ilk filmi olmasına rağmen tekinsiz atmosfer yaratmadaki becerisi olağanüstü. Under the Shadow bir korku filminden bekleyeceğiniz tüm argümanları klişeye abanmadan sunabildiği gibi, korku unsurlarını içinden çıkarsanız bile yalnızca politik soslu psikolojik gerilimli hikayesiyle bile etkileyiciliğini koruyor. (B+)

26 Ekim 2016 Çarşamba

Wilkommen, Bienvenue, Welcome!: Cabaret

Televizyonlar, devasa sinema kompleksleri ve dum tıslı barlar var olmadan evvel insanlar geceleri kabarelere, gazinolara yahut tavernalara giderlerdi. Gün boyu çalışıp yorulmuş bu insancıklar tüm dertlerini sıkıntılarını kapının ardında unutup derhal içerdeki tahta sandalyelere yığılıverir ve az ötedeki sahnede dönen temaşaya bırakırlardı kendilerini. Seyircisiyle burun buruna olan ve onlara daha nezih daha candan bir cümbüş vadeden bu sahnelerde neler yoktu ki? Müzikal dans şovları, şarkı söyleyen otrişli-peluşlu kostümler giyinmiş gözleri sürmeli fettan kadınlar, gırgırlı şamatalı skeçler… Hepsi de misafirlere tam teşekküllü bir gösteri sunmayı amaç edinmiş muazzam kareografinin birer parçasıydı. Kabareler yalnızca eğlendirmiyordu tabii o vakitler. Muhalif olma lüksünü sonuna dek kullanarak, öğesi oldukları siyasi ve sosyo-ekonomik kültürü bütünüyle hicvetmekten de geri kalmıyorlardı. İşte Cabaret, Amerika’daki büyük buhranın sislerinin yeni ulaştığı ve yetmezmiş gibi nazizmin de yükselişe geçtiği 1931 Berlin’inde "Kit Kat Club" isimli bir kabareden sesleniyor. Çok değil birkaç sene sonra dev bir krematoryuma evrilecek, korkunç kıyım ve yıkımlara sahne olacak Almanya topraklarında o dönem hakim olan kaos ortamının emarelerini hissedebiliyorsunuz açıkça. Hatta müzikler ve şovlar da nazizmin yükselişine paralel olarak kurgulanıyor. Anlam veremedikleri bir savaşın eşiğinde değirmenlerini döndürmeye bakan küçük insanların suratlarındaki hüzün ve koyvermişlikleri de buna bağlı olarak değişiyor. Sokakta olanlar karşısında bir tek kabare sahnesi ketum davranmıyor. İhtişamlı spot ışıklarının altında korkusuzca gündemi iğneleyen, kayıtsız kalmayan bir grup insan da var çok şükür. Hayat bir kabaredir ne de olsa! Böyle dillendiriyor film. 

23 Ekim 2016 Pazar

Elle


Mırlayan, tanık olduğu olay sonucu tiksinir gibi başını çevirerek ortamdan uzaklaşan gri dumanlı bir kediyi kadraja alarak açılış yapıyor Elle. Akabinde canhıraş çığlıklar ve çeşitli şangırtılar eşliğinde evinin parkelerine uzanmış, siyah kar maskeli bir adam tarafından tecavüze uğrayan orta yaşlı bir kadın görüyoruz. Yönetmen Paul Verhoeven hemen yekten dalıyor konuya ve bu sarsıcı tecavüz vakasını kucağınıza atıp, kurbanla sizi yüzleşmeniz için baş başa bırakıyor. Michéle (Isabelle Huppert), geçmişinde yaşadığı acı travmaları atlatıp bugünlere tırnaklarıyla kazıyarak ulaşmış, mesleğinde başarılı ve güçlü bir Fransız kadını tabii, üstelik işkolik de. Tecavüzcüsüne teslim olup, bir köşeye çekilerek "vay başıma gelenler" diye ağlamamakta kararlı, ki buna ayıracak vakti de yok. Nitekim uğradığı olay sonrası kalkıyor, kırılıp dökülen parçaları toplayıp güzel bir duş alıyor, yemek yiyor ve hiçbir şey olmamış gibi ertesi gün işine gidiyor. Tacizler ve saldırılar devam edince bile duruşunu bozmuyor Michéle, kendi göbeğini kendi keserek bir takım çözümler üretmeye ve tecavüzcüsünü tespit etmeye niyetleniyor... 

13 Ekim 2016 Perşembe

The Handmaiden


Hakkında ahkam kesecek kadar hakim değilim Chan-wook Park sinemasına. Handmaiden'ın başına Güney Kore'li yönetmenin daha önceki işlerinden bihaber oturdum. Türlü iç çekmelerle, bi'hayli şaşkınlıkla, az biraz da göz devirmeyle tamamlayıverdim filmi. Beğenmedim diyemem kesinlikle, ama haddinden fazla uzun süresiyle (tam iki buçuk saat) bir ara baygınlık da geçirmedim değil hani. Ben bol entrikalı, sürprizsiz bir romans izlemeyi beklerken, film ilginç şekilde karanlık ve baş döndürücü bir lgbt seyirliğine evrilerek ters köşe yaptı. İyi de oldu, mükemmel bulmasam da farklı ve özgün bir film izlemenin tadı var şu an damağımda. Bunun itişiyle kısaca hikayemizden bahsedip kaçacağım şimdi.

Efendim, 1930'ların başında Japon işgali altındaki Kore'de bir malikanedeyiz. İnce ruhlu, kırılgan bir Japon leydisi (Hideko) ile onun Kore'li hizmetçisinin (Sook-Hee) peşine takılıyoruz. Bir de miras avcısı beyimiz ile sapık amcamız var tabii (karakter tahlilinin sığlığını lütfen mazur görünüz). Asilzadeyle evlenip mülküne konduktan sonra onu tımarhaneye tıkmak için hizmetçiyle işbirliği yapıyor bu bey. Kızcağızın halası delirip kendisini sakura ağacına asıvermiş zaten zamanında. Amca ise şaibeli fantezileri olan bir koleksiyoner, Hideko üzerinde de baskın bir iradesi var. Bir ara vantuzlu dev ahtapotu da görünce yeşilçamdan hallice bir hikayenin ortasında hissettim kendimi. Ama twist üstüne twist geldi ve olaylar tuhaf bir şekilde boyut değiştirdi. Kartlarını açık oynamaktan özellikle kaçınan bir film bu. Kim saf, kim iyi niyetli, kim şeytan anlamakta güçlük çekiyoruz. Akkoyun - karakoyun hemence belli olmuyor öyle, kuyuların kimin için kazıldığı da muamma. Ama bir dolaplar döndüğünü seziyoruz sürekli. Nitekim ilk twistten sonra aslında hiçbir karakterin o ana dek çizildiği profilde olmadığını anlıyoruz. Ne leydiyi ne hizmetçisini tanıyabilmişiz, ne de amcanın gerçek yüzünü görmüşüz meğer bunca zamandır diyoruz. Tüm olayları başkalarının gözünden, bambaşka perspekftiften yeniden izletiyor yönetmen. Hiçbir şey görüldüğü gibi değildir demeye getiriyor. Diğer yandan da Kore - Japonya hattı ve hanımefendi - hizmetçi ekseninde dönemin güç ilişkileri hakkında çarpıcı anekdotlar da paylaşıyor. Kadın ve erkeğin Kore kültüründeki konumunu da gözler önüne seriyor. Tüm bunların ötesinde entrika ve tatlı sert ritmini katiyen bozmayan ham cinsellik başrolde takdir edersiniz ki. Aşk ve masumiyet ise sürgülü kapıların ardına saklanmış. Yasaklanmış, yok sayılmış birnevi. Ama yine de aşk dediğimiz meret boyun eğmiyor tabii yasaklara. Fingirdemeli orgazmlar, şen kahkahalı ürkek sevişlere dönüşüyor eninde sonunda, şehvet aşka gelip susuyor.   

9 Ekim 2016 Pazar

Kısa Kısa

A Bigger Splash, Luca Guadagnino

Yaz harikası. İtalyan yönetmen Luca Guadagnino şuh filmleriyle yürek hoplatmaya devam edecek anlaşılan. Bu sefer fetiş oyuncusu Tilda Swinton'a, Ralph Fiennes, Matthias Schoenaerts ve Dakota Johnson'dan oluşan rüya kadro eşlik ediyor. Bu dörtlünün aralarındaki kimya kesinlikle görülmeye değer. A Bigger Splash,  1969 Fransız yapımı "La Piscine" isimli filmin günümüze uyarlanmış yeniden çevrimi. Ses ameliyatı geçirmiş orta yaşlı bir rockstarın genç sevgilisiyle beraber çıktığı İtalya'nın Pantelleria adasındaki tatillerine odaklanıyoruz. Aralarına daha sonra eski çılgın sevgili ile onun eserekli kızının da katılımıyla cümbüş başlıyor ve bu cennetvari sıcacık Akdeniz adası hararetli hesaplaşmalara sahne oluyor. Guadagnino'nun kamerası sadece Tilda'ya değil, tüm kahramanlarına star gibi davranmış, dördü de ışıl ışıl, cool ve moda dergilerinden fırlamış gibiler. Arkaya da Pantelleria'nın muhteşem doğasını döşemiş tabii. Şehvet, tutku, erotizm öyle güzel hizmet ediyor ki atmosfere, ekranda dönen büyüleyici görsel harikalarla yaz rehavetine kapılıp gidiyorsunuz. Hatta ben aşka gelip bir takım fotoğraf karelerini şuraya serdim, diğer filmimize geçmeden ziyaret edebilirsiniz. (A-)

Demolition, Jean-Marc Vallée

Bir garip film Demolition. Kahramanımız Davis, korkunç bir trafik kazasından sağ çıkmayı başarıyor. Ama o da ne? Eşi Julia bu kazada can vermiş. Durumu ayıldığında kayınpederinin bölük pörçük kinayeli sözlerinden öğreniyor: “Julia artık yok..”  diyor o sadece. Filmin belki de omurgası bu sahne.  Julia yok oldu. Hadi bakalım Davis buyur cenaze namazına (?) Ama hayır, biz adamı karısının yasını tutacak, gözyaşı dökecek, belki de depresyona girecek diye beklerken; o “ay bi’şey eksik ama ne?” der gibi ortalarda dolanıyor. Koca bir hissizlik. Aslında çok da sevmediğini itiraf ettiği karısının ölümü, saat gibi işleyen yaşamsal mekanizmasına çomak sokmuş sanki. Aydınlanmış.  Bundan sonrası, hastanedeki otomata sıkışıp kalan şeker paketi gibi…  Hayatına kaldığı yerden devam etmek isterken bir yerlerde takılıyor hep Davis. Duygu-durum bozukluğu peşini bırakmıyor. Bocalıyor. Film de onunla beraber bocalamasaydı, sırtını metaforlara dayamakta ısrar etmeseydi  şayet sevebilirdim belki. Ama olmuyor. Jake Gyllenhaal’ın temiz ve fevri oyununa rağmen film akmıyor.  (B-)


Sing Street, John Carney

Sing Street ise, 1985 Dublin'inden seslenen müzikli lise defteri hikayesi. Bu tarz filmlerden keyif almanın birinci kuralı müzikalitedir elbette. İzleyicinin kendisini ritmin akışına bırakabilmesi, çalan şarkıların insanı alıp diyar diyar gezdirmesi önemlidir. Sing Street'in müzikleri hoş mu peki? Fena sayılmaz. Beğenmedim değil, ama John Carney'nin bundan önceki filminin (Begin Again) müzikleri kadar ruhumu doyurduğu da söylenemez. Lost Stars, Tell Me If You Wanna Go Home, Like a Fool... ne hoş şarkılardı mesela, hala çalma listemde mevcut hepsi. Sing Street'te böyle bir tane bile hazine yok. Tabii bu gayet de doğal. Bile isteye daha acemi bırakılmış, daha safi ve kurcalanmamış bir müzik çabası söz konusu burada. Alabildiğine de samimi. Liseli gençler toplanıp bir grup kuruyorlar. Dönemin müzik gruplarından esinlenip besteliyorlar, çalıyorlar, klip çekiyorlar falan. Anlık isyanları, naif aşkları, büyük Londra hevesleri, kırık düşleri, dövüşleri enstrümanlarının bozuk akordundan, çatallaşan seslerinden halka halka yayılıyor seyirciye. Kayıtsız kalmak ne mümkün? Hele bir de spontane bir şekilde hayallerin peşinden kalkıp gitmeli yüreklendirici finali var ki, tüm kusurlarını görünmez kılıyor. (B) 

30 Eylül 2016 Cuma

Acaba Neler Göreceğiz?


Eylül alıp başını gidiyor. Ekim, kasım, aralık ve ocak sinema açısından oldukça bereketli aylar. Yukarıdaki resimde yeni film sezonunun en merak ettiğim işlerinin poster kolajını görüyorsunuz. 2016'yı yalnızca bu 30 filmi izleyerek noktalamak istiyorum. Bir eksik - bir fazla illaki vardır tabii, ama ilk bakışta gözüme kestirdiklerim bunlar. Artık yaşlanıyor muyum ne, vaktimden çalmamaları için abuk filmlere prim vermemekte kararlıyım bu sefer. Bu 30 filmin 10'una aşık olayım, 10'u kalbimi hızlandırsın, beni bi yerlere götürsün, kalan 10'u da ortalama filmler çıksın kafi. Biliyorsunuz, bunların bir kısmı filmekimi ile İstanbul ve Anadolu'nun muhtelif şehirlerinde bu ay arzı endam edecek. Kalanların birçoğunun Türkiye vizyon tarihi bile net değil henüz. Olsun, torrentfesti tanrı başımızdan eksik etmesin! Hepsini şubat gelmeden görmüş oluruz diye umuyorum. Meraklıları için aşağıya filmlerin imdb linklerini de ekliyorum bu arada. Haydi bakalım, hepimize iyi seyirler olsun!

26 Eylül 2016 Pazartesi

Tek Güne Sığdırılmış Film Meydan Okuması


"30 Day Movie Challenge" geçen yıl birçok blogda görmüştüm ve çok özenmeme rağmen biraz üşengeçliğim, biraz da bir günümün diğerine uymaması yüzünden kayıtsız kalmıştım. Zira eserekli olduğum için her gün çıkıp da günün sorusuna uygun film paylaşmak bana göre değildi, elbet bir gün sıkılıp bırakırdım diye düşünüyorum. Geçen haftalarda bu etkinlik twitter sayfalarına da sıçradı. "Acaba ben de mi yapsam?" demedim değil kendi kendime. Ancak beni asıl tetikleyen şey AFK Sinemada blogunda günübirlik yapılmış halini görmek oldu. Sonra daha fazla kayıtsız kalmayayım ve burada 30 soruyu da bir seferde halledeyim dedim. Benim için de geçmişimi tarama mahiyetinde oldu. Yahu ne güzel filmler izlemişim, nasıl güzel diyarlara alıp götürmüşler beni. Haydi sizinle de paylaşayım:

21 Eylül 2016 Çarşamba

Şer Bayramı: Yol

Öncelikle merhaba diyeyim. Uzun süredir uğrayamadım buralara. Anlatacak şeylerim azalmıştı. Hayatımı yoluna sokmam gerekiyordu, bu süreçte filmlerden, insanlardan ve blogdan uzaklaşıvermiştim. Halen tam manasıyla düzlüğe çıkabilmiş değilim ama bundan sonra daha çok yazacak gibiyim. Hayırlısı.

Sebeb-i  ziyaretime gelecek olursak malumunuz dört gün evvel  Tarık Akan’ı kaybettik. Türk Sineması’nın en iyi jönlerinden biri olduğu gibi, gerçek bir sanatçı ve aktivistti de. Onun 70’li yılların sonlarındaki makas değişiminden bihaberiz çoğumuz. Daha çok romantik komedi, salon filmleriyle tanıyoruz. Maden, Sürü, Karartma Geceleri gibi toplumsal filmleri ne yazık ki geniş kitlelere halen ulaşamıyor. Bugün kendi çapımda Yol filmi hakkında birkaç kelam etmek istiyorum. Yol’un senaryosu Yılmaz Güney tarafından yazılmış. İlk adı da “Bayram” olarak belirlenmiş. Çünkü bayram tatili için hapishaneden bir haftalığına salıverilen beş mahkumun öyküsünü anlatıyor. Film o sırada cezaevinde bulunan Yılmaz Güney’in direktifleriyle Şerif Gören tarafından 1980 darbesinin hemen akabinde yaklaşık 2 senede gizlice çekiliyor. Tamamlandıktan sonra da apar topar İsviçre’ye götürülüyor, kurgusu ve montajı orada yapılıyor. Türkiye’de yasaklandığı için ancak 1999’da gösterime giriyor. Hatta set ekibi bile filmi aylar sonra Kadıköy’de bir evde toplanıp gizlice seyrediyorlar. Sonrasında da Cannes’da gösterilip Altın Palmiye’yi kucaklıyor bildiğiniz üzere.  


7 Mart 2016 Pazartesi

Yine Carol... Hep Carol. Canım Carol...


Mart ayı geldi ama ben hala Carol’ın etkisinden kurtulamadım. Övmelere doyamıyorum, çevremdeki herkesi Carol izle diye darlıyorum. Bilgisayarımın, telefonumun arka plan fotoğrafı yaptım. Sabahları açılış müziği eşliğinde uyanıyorum (evet, alarm yaptım). Korkarım bu fanboyluğun sonu alnıma dövmesini yaptırana kadar devam edecek… Bu film, hissel ve tensel manada seyircisine kattıklarının yanında son yılların en şiirsel görüntü yönetimine de imza attı. Siz de duymuşsunuzdur muhtemelen, sinematograf Edward Lachman’ın narin kareleri, Saul Leiter fotoğraflarından ve Edward Hopper tablolarından izler taşıyor. Öyle ince, öyle zarif fotoğraflar var ki, kolaj yapayım blogumu da süslesinler dedim. Hem Carol için bir güzelleme ayini daha tertiplemiş olurum, fena mı?Neyse efendim, ben susayım da resimler konuşsun artık: 

29 Şubat 2016 Pazartesi

Carol


Carol'ın zarif dokunuşlarla samimiyet kazanmış hassasiyetine ve iç sızlatan naif duygu-durumlarına diyecek söz bulamıyorum. Aşk sanıyorum beyazperdeye ancak bu denli güzel yakışabilirdi; yalnızca birbirlerine değen gözler, ve çoktan birbirlerinin olmuş kalpler... Öyle tastamam bir film ki, sadece bunlar bile yetmiş hikayeyi ince ince nakış gibi işlemeye. Nazenin bir dokunma duyusu bile öyle güzel anlam kazanmış ki...

O efsunlu bakışlardan fırlayıp hemcinsinin tenine nüfuz ederek, iki bedene de ürkek bir kıvılcım düşüren şeyin adı aşk değil de nedir peki? Sahi, iki bakire ruhun birbirine karışmasının şerefine yangına dönüşmesin mi o küçücük kıvılcım, iki bedeni de aleviyle yakmasın mı? Lezbiyen aşıklara kınayan gözlerle bakan 50'ler New York'unda iki kadın, balta (erkek?) girmemiş otel odalarında dudak dudağa, nefes nefese, zevkle-hürmetle yanıyorlar, sessiz... sakin... Hem de bile isteye ateşe atlamak bu, toplumdan soyutlanıp aşkın peşinden koşmak, vuslatın çağına ererek kül olup okyanuslara karışmak... Carol ile Therese'in aşkları dillere düşüp yok edilemeyecek kadar yüce, hor görülemeyecek kadar da vakur. Carol'ı harika yapan şey de bu işte: gurur. 

Sadece bunlar da değil tabii. Dönemi olduğu gibi yansıtan prodüksiyon ve kostüm tasarımcılarına mı, şahane müzikleriyle ruhumuzu okşayan Carter Burwell'a mı, yoksa topyekun bu şahesere imzasını atan yönetmen Todd Haynes'a mı methiyeler düzeyim bilemedim. Buğulu camların ardında belli belirsiz arz-ı endam eden insan silüetleriyle şahlanan sinematografisi de dahil her şey dört dörtlük doğrusu. Zarafet tanrıçası Cate Blanchett yine her sahnede asalet dersi veriyor. İçtiği sigaranın dumanını pür telaş üflemesi dahi saygıdeğer. Rooney Mara da onu dengelercesine mütevazılığı ve tüm saflığıyla hayranlık uyandırıyor. İkisinin de gözlerindeki hüzün 2015 film sezonunun en kahırlı, ama bir o kadar da değerli armağanı...


Puan: (A+)

28 Şubat 2016 Pazar

Sinemarquez Ödülleri'15



Film sezonunu bi'hayli geriden takip eden dış kapının mandalı bir sinema bloggerı olarak tenekeden bozma ödüllerimi de oldukça rötarlı dağıtacağımı tahmin etmişsinizdir herhalde. Aman efendim, geç olsun da güç olmasın. Bu gece tam da oscarlar pusuda bekleyen sırası gelmiş sahiplerinin arsız ellerine değmeden önce Sinemarquez Ödülleri emek verip sahiden harika işler başarmış haklı insanlarla buluşacak, ne büyük onur... "İzlemezsem çatlarım!" tarzında nidalarla anılan tüm filmler de destur mestur beklemeden kutu kola gibi tüketildiğine (elbette kalbimizi hızlandıranlar yeniden ziyaret edilecek), merak ve heyecanla edepsizce akan salyalar silindiğine göre hemen açıklayayım yüksek müsaadenizle:

4 Şubat 2016 Perşembe

Müzik Kutusundan Sanrılar 7: Anna Karenina


Tolstoy’un başyapıtı Anna Karenina’yı yeni bitirdim ve bu muhteşem Rus klasiğini  nihayet tamamlamanın verdiği coşkuyla bugün blogda 2012 sinema uyarlamasının enfes müziklerine yer vermek istiyorum. Kamera arkasında Joe Wright’ın yer aldığı, Anna rolünde Keira Knightley’i izlediğimiz bu filmi pek sevmiştim. Şimdi uyarlandığı şaheserle tanıştıktan sonra bir nebze yavan geliyor elbette, ama ben yine de toz konduramıyorum. İhtişamlı, hınzır, baştan çıkarıcı bir adaptasyondu bu. Özellikle tüm hikayeyi tiyatro sahnesine indirgemesi ve muzip ama zararsız bir alaycılıkla sekans geçişlerini kurmasıyla gönlümü fethetmişti. Anna’nın içine düştüğü ağır bunalım ve muğlaklığın halet-i ruhiyesiyle, dönemin Fransız özentisi Rus sosyetesinin lüks yaşantısını ve ahlak anlayışlarını da gayet güzel harmanladığını düşünüyorum. Ama tabii ki en büyük başarısı da prodüksiyon dizaynı ve müzikleriydi, bunu kimse inkar etmeyecektir herhalde. Bilenler bilir, Dario Marinelli imzalı bu müzikler filmin ruhumuzda uyandırdığı hayranlığı maksimum seviyeye ulaştırmıştı. Özellikle Anna ile Vronsky’nin dans ettiği sahnenin fonunu oluşturan “Dance with Me” isimli besteyi ve o muazzam sahneyi tırnak içinde hatırlatmak gerek:

25 Ocak 2016 Pazartesi

Brooklyn



Brooklyn, gayet sıradan bir dönem filmi aslında. İrlandalı kızımız Ellis (Saoirse Ronan) fırsatlar ülkesi Amerika’ya göçüyor. Yeni bir başlangıç, yeni bir hayat… New York’ta sıla hasretiyle ağlak başlayan macera genç bir adamla (Tony - Emory Cohen) tanışmasıyla yeni bir soluk kazanıyor. Ellis, Tony sayesinde Amerika’daki yaşamına daha kolay adapte oluyor. Tam oraya sevgi ve aşkla tutunmaya başlamışken de ailevi bir hadise yüzünden acı içinde İrlanda’ya geri dönmek zorunda kalıyor. Elbette geçici olarak… Ama evine döndüğünde bir kafa karışıklığı yaşıyor Ellis. Özlediği, içinde rahat ve mutlu olduğu bu taşra hayatı daha cazip geliyor onun için. "Zaten bir işim olmadığı için gitmiştim Amerika’ya, kendimce artık bir meslek de edindim acaba geri dönmesem mi sorunsalı?” Üstelik yeni tanıştığı Jim Farrell (Domhnall Gleeson) de başını döndürüyor genç kızın, gönlünü çeliyor. Kendi adıma, Ellis'in içine düştüğü bu ikircikli durumun daha başarılı işlenmesini isterdim ben, filmin en büyük problemi bu benim nezdimde. Ellis’in Tony ve Jim cephelerinde verdiği savaşa, içinde yaşadığı git-gellere tanıklık edemiyoruz. Öte yandan Tony ve Jim'i de pek fazla tanıyamıyoruz. Bunlar hikayeyi zayıflatıyor. Ayriyeten bir büyüme anlatısı da denebilir Brooklyn için. Vasıfsız, genç, körpecik Ellis kızımız bir başına gemiye biniyor; okyanus aşırı bir yolculuğun ardından kendini yepyeni bir ortamda bulacak. Burada memleket hasretiyle yanarken, göçmenlik sancılarıyla tutuşacak. Belki yeni acılarla da boğuşacak, ama sonunda kabuğunu kırarak yeni bir insana dönüşecek. Ama bu yolda da eline geçen malzemeleri pek fazla değerlendiremiyor film. 

Brooklyn’in mensubu olduğu janra yeni bir şey kazandırmadığı da doğru. Fakat senaryosundaki ufak özensizlikleri de görmezden gelirsek naif romantikliğiyle seyirciyi sarmalamayı başarıyor. Kusur örten bir sıcaklık - içtenlik mevcut filmde, sanırım bunun sebeplerinden biri de İrlanda havası koklatması. Bu şirin ada ülkesini doğası ve müzikleriyle gayet iyi yansıttığını düşünüyorum. Saoirse Ronan’ın büyüsünü de yadsımak olmaz elbette. Atonement ile hayatlarımıza giren bu genç aktrisin oyununu her filminde samimi bulmuşumdur ben, burada da tüm ışıltısı ve naifliğiyle karşımızda. Ellis'in ağırbaşlı, saf aile kızı imajını gayet usturuplu oluşturmuş, aldığı Oscar adaylığına hiçbir itirazım yok. Kadroda övgüye layık olan bir diğer isim de Emory Cohen, onun da Amerikan kanadındaki ılık esintiyle katkısı fazla. Son olarak söylemeden geçmeyeyim, 50’lerin ruhunu yansıtan rengarenk kostümleri de çok çok hoştu. Brooklyn’i En iyi film adayı olarak ilan eden Akademi, aslında en çok ödüle layık olduğu Kostüm Tasarımı dalında niçin aday etmedi anlayabilmiş değilim; üstelik The Revenant’ın salt ayı postu ve demirli gri çuvallardan oluşan hilkat garibesi kostümlerine bile adaylık vermişken… (B+)

5 Ocak 2016 Salı

The Lobster


Bayanlar baylar, The Lobster benim Yorgos Lanthimos’la ilk tanışıklığım. Yunan yönetmenin randevu yeri olarak böylesi cool, karanlık, alabildiğine melankolik ve o kadar da hınzır bir distopyayı seçeceğini bilsem bu buluşmayı 2015’in soğuk bir aralık akşamına erteler miydim? İzlememin üzerinden günler geçmesine rağmen bende bıraktığı etki hala taze. The Lobster, çılgın senaryosu ve bile isteye paldır küldür aksedilen; bilakis, zarifkar inceliğiyle gönlümü fethetti. Lanthimos’un etkin yönetimi sayesinde kendimi bekarlığın büyük suç olduğu distopyanın arka bahçesinde buldum. Havva’nın sunduğu elmayı reddederek, hangi hayvana dönüşmek istediğimi çabukça düşündüm.

Her haliyle kusursuz bir yakın gelecek evreni yaratmış Lanthimos. Günümüzün yapış yapış ilişkilerini, anlamsız evlilik kaidelerini ve aile kurumunun gereklerini de hicvederek entegre etmiş evrenine. Bir tarafta toplumun sunduğu kalıplara düşünmeden, sorgulamadan yerleşmiş, robotlaşmış yoz bir halk ile gücü elinde bulunduran, kurallarını kolaylıkla dikta edebilen ulu otoriteyi; diğer tarafta ise baskılara karşı gelip sorgulayan, kaçış yolları arayan, lakin bulunca kendisi de baskı uygulamaya başlayan anarşist kesimi görüyoruz. Bu esrarengiz evrenin sakinleri hepimize tanıdık anlayacağınız üzere. Yalnızca tuhaf olan benimsedikleri değerler, ahlaki yargılar ve toplumsal anlayışlar. The Lobster eşsizliğin lanetlendiği zalim bir distopyadan sesleniyor. 45 gün içinde kendilerine eş bulamayan insanların zorla hayvana dönüştürüldüğü anayasal bir düzen bu. Toplumda koyunsal bir kabullenme hakim, kimse "abi n'apıyoruz biz, nereye gidiyoruz?" diyemiyor, diyebilenler de toplumun dışına itilmiş zaten. Kesinlikle çağımıza yabancı olduğunu düşünmüyorum ben bu hikayenin. Bekarlara güvenmemek, çift olmaya kafayı takmak, evliliği kurtarmak için hemen lütfen çocuk sahibi olmak, aile apartmanları, aile çay bahçeleri, hoop aile var!? gibi çağımızın biricik değerleri de bu durumu kanıtlar cinsten. Evet, “hissetmediğin halde, hissediyormuş gibi davranmak; hissettiğin halde hissetmiyormuş gibi davranmaktan daha zor”, bunu dillendiriyor film sık sık. Ama bir başka perspektifte bunu taban tabana da reddediyor. İlişkilerde hislerin, duyguların rolünü görmezden gelerek, insanları madden, kişisel özelliklerine göre eşleştiriyor.  Gerçekte de böyle değil mi zaten? “Davul bile dengi dengine” şeklinde deyimin olduğu bir ülkede, hatta hala bile sosyal sınıflara, statülere göre evliliklerin yapıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Tüm bu noktalar birleştiğinde Lanthimos’un paralel evreninin, yaşadığımız modern dünyadan çok da farklı olduğu söylenemez kesinlikle, ki zaten modern bireye tutulmuş bir ayna olarak niteliyorum ben bu filmi. Her sahnede, “bakın insanlar, bu komik acımasız hallerinizle aslında ne kadar da acınacak haldesiniz” diyor ve seyircisini bu ağlanacak içler acısı hallerine kahkahalar atıp gülmeye davet ediyor. 

1 Ocak 2016 Cuma

The Hateful Eight


Quentin Tarantino, “Nefret Sekizlisi” adlı bu sekizinci filminde sekiz karakterine kar kış kıyametin içinde, kuş uçmaz kervan geçmez dağlarda Sherlock Holmes’çuluk oynatıyor. Oluk oluk akan kanlar, ummadık anlarda hortlayan terör, mağrur intikam yeminleri, malum nefret tohumları ve tüm bunlara eşlik eden serseri bir kara mizahın gölgesinde, ırkçılığı, kelle siyasetini yeren çılgın alt metin; Tarantino kumpanyasına hoşgeldiniz! 3 saate yaklaşan ömür törpüsü izleği son çeyreğindeki coşkuyu geneline yayabilseydi şayet, yeni bir Tarantino güzellemesini daha alkışlayabilirdi bu satırlar, ama heyhat olmuyor işte… Kurgu masasında filmini makaslatmaktan nefret eden nevrotik yönetmen yine çektiği tüm tuhaflıkları kumpanyasına dahil etmiş belli ki. Dallanıp budaklanarak kördüğümlüğe evrilen ve zaman zaman ucuz numaralara da başvuran senaryo, son 1 saat içinde de çözülmeseydi eğer, odaklanmaya çalışırken sıkıntıdan beyin anevrizması geçirebilirdim hafazanallah. Neyse ki ikinci devrede maçı aldı. Onuncu filminden sonra sinemayı bırakıp, tiyatro yönetmenliğine göçecek bu üstün beynin, sinema yolculuğunun son duraklarında tüm hevesini, hırsını alıp ortaya koyduğu eserin altına imza çakmak istemesini anlıyorum aslında. Quentin Tarantino bir marka kesinlikle, sevseniz de sevmeseniz de bir tarzı var adamın ve kalemi o kadar kuvvetli ki, garip antikalıklarıyla bile hikayesini izlettiriyor. Sanırım bundan dolayı kızamıyorum kendisine. Dediğim gibi sıradan bir film çekmekten ziyade bir kumpanya yaratıyor adam. Karakterlerinin geçmişlerini haset düğümleriyle birbirlerine bağlamayı, onları dehşetengiz bir düelloyla çarpıştırmayı, ağızlarından kanlar fışkırtmayı, seyirliğe müzik arası verip izleyicisine nefes aldırmayı seviyor. Onun lugatında öldürmek bayıltmak kadar sıradan, hafif bir ritüel. Tüm bunlara alışkın bir seyirci (ben de dahil) The Hateful Eight’ten rahatça keyif almayı başarıyor.

Mamafih, artık Tarantino’nun spaghetti westernlerden başını kaldırıp, şu lanet olası ıssız coğrafyaları terk etmesinin vakti gelmedi mi sizce de? Romantik/Komedi çekse bile kabulümdür, yeter ki milenyum çağına teşrif etsin artık. Kendisini rica minnet medeniyete davet ediyorum.  Bu sivri kalemi modern dünyanın fitne fücurluğuna dokunup, intikam yeminleri içerek de sinemasal bir şölen yaratabilir pek ala. Bkz. Pulp Fiction, bkz. Kill Bill. Bu arada Kill Bill sinema yazarları tarafından Tarantino filmografisinin en zayıf halkası olarak lanse edilir, kesinlikle katılmıyorum en sevdiğim filmidir kendisinin. Çünkü orada kan, şiddet, intikam, nefret gibi klasik Tarantino bileşenlerinin perde arkasında, bir anne yüreği naifliği de vardır buram buram. Ayrıca hikaye anlatımında, olay örgüsünde ve müzik kullanımında da benim nezdimde nirvanaya ulaşmıştır. Dolayısıyla bundan sonra çekeceği Kill Bill Vol.3 için çok heyecanlıyım ben, umarım hayal kırıklığına uğramam.

Son olarak oyunculara da küçücük değinmek istiyorum. Tarantino filmlerinde görmeye alışık olduğumuz Samuel L. Jackson, Kurt Russell, Tim Roth, Bruce Dern, Michael Madsen gibi isimlere kilit bir rolle (Daisy Domergue) Jennifer Jason Leigh eşlik ediyor. Hepsi iyiydi ama tüm alkışı Jackson ve Leigh’e emanet etmek istiyorum ben. Özellikle 53 yaşındaki Jennifer Jason Leigh film boyunca maruz kaldığı tüm şiddet bombardımanını gayet iyi karşılıyor ve hiçbir noktada aksamadan onca baskı altında sergilediği mizah gösterileri de iğreti durmuyor. Neyse efendim fazla söze gerek yok. The Hateful Eight neredeyse vasat bir Tarantino filmi olsa da, yaratıcısının alamet-i farikasıyla keyif verici bir seyirliğe dönüşerek finalde tüm aksiliklerini unutturuyor. 

Senenin seyretmesi elzem fabrika filmlerinden.  (B+)