23 Kasım 2015 Pazartesi

Ricki and the Flash


Meryl Streep benim için birçok akrabamdan daha değerli. Ama bu tabii ki yaptığı her rolü kucaklayacağım anlamına gelmiyor. Doubt (2008) ve The Iron Lady (2011)’den beri kendisini eli yüzü düzgün bir projede göremedik maalesef. Her sezon en az üç filmle karşımızda ama. Mütemadiyen de Oscar seremonisinde, kırmızı halılarda, orda burada; sürekli göz önünde. Önüne gelen bütün senaryolara oluru basıyor,  ya da dost gönlü olsun diye mi kabul ediyor anlayamıyorum. Akademi de kaşını kaldırsa aday yapıyor. Hayır yani yeni yetme bir aktris de değil ki, “bakın şunu da yapabiliyorum, işte gördünüz böyle performansların da altından kalkabiliyorum” gösterisi peşinde. Şimdi de kafası karışık bir Rock’n Roll yıldızı olarak sahne alıyor dev oyuncu. Evet, fena bir performans da sergilemiyor. Ama gerekli mi? – kesinlikle hayır. Biz artık onu ayakları yere sağlam basan, iyi yazılmış bir rolle, prestijli bir filmde arz-ı endam ederken seyretmek istiyoruz. Jonathan Demme’nin yönettiği Ricki and the Flash’ın müziklerinden ve Meryl Streep’in kızı Mamie Gummer’ın kalburüstü oyunculuğundan başka bir artısı yok ne yazık ki. Yamalı senaryosuyla, ortalama bir Amerikan dramedisi olmaktan da öteye gidemiyor. 

İzle, müzikleriyle keyiflen ve geç!  (B-)


20 Kasım 2015 Cuma

Mustang


Gittiği hiçbir festivalden elleri boş dönmeyen Deniz Gamze Ergüven, Türkiye’de kadın olmanın çilesine bayağı bir “Fransız” kalmış anlaşılan. İlk filmi Mustang yurtdışında çok sevildi, hatta Fransa tarafından “En iyi yabancı film” dalında Oscar’a aday gösterildi, Türkiye’de ise izleyenleri ikiye böldü. Bir taraf, filmi kadınlık meselesini böylesine cesur şekilde ele aldığı için baş tacı yaparken;  diğer taraf  gerçekleri yansıtmadığı ve Türkiye’yi dünyaya kötülediği için yerden yere vuruyor. Karadeniz’de küçük bir kıyı kasabasında ailelerini kaybettikleri  için on yıldır babaanneleri ve amcalarıyla birlikte yaşayan 5 kız kardeşin hikayesine odaklanıyor Mustang. Adını da Amerikan çayırlarının yabani,  özgür atlarından alıyor. Saçlar bu yüzden salınmış, beyhude bir serbestlikle dalgalanıyor alelade. Kızların dizginlenememesi bu yüzden… 

Peki ya filmin yanlışı ne?... Karadeniz’de 13 bin nüfuslu bir sahil kasabasında yaşayan ve iki genç kız kardeşi olan bir insan olarak filmde gördüklerim bana bir hayli “yabancı” geldi açıkçası. Beş kız kardeş de, onların muhafazakar aileleri de, yaşadıkları da, adetleri, gelenekleri/görenekleri de Türkiye’ye yabancı gerçekten. "Yabancı" ne denli doğru bir tabir tartışılır elbette, "karikatürize" veya "yama" demek daha doğru olur sanırım. Gerçekleri anlatıp, farkındalık yaratmak amacıyla çıktığı yolda, şaşırıp açıklar vermeye başlıyor Mustang. Açıklarını da ayakları yere sağlam basmayan karikatür karakterler ve "Yaprak Dökümü" dozunda art arda patlayan skandal hikayelerle yamamaya çalışıyor. Yani benim çevremde de muhafazakar insanlar var. Benim yaşadığım kasabanın da yüzde ellisi ampule tapıyor, sahiden yobaz, bağnaz insanlar. Ama böyle de değiller yahu… Kız isteme sahnelerindeki oldu bitti durumu, kızların zırt pırt bakire mi değil mi diye acil servise kontrole götürülmesi, kızlardan birinin doktora “dünyadaki herkesle yattım” demesi, bok rengi elbiseler dayatmasının avamlığı, gündüz vakti herkesin içinde arabada sevişme olayı… ne bileyim çok “seyircinin gözüne gözüne sokalım”dı. Yani dur bakalım daha nasıl bir sahne yapabiliriz de izleyenlere “Türkiye’de kadınların eşyadan farkı yok, burası kaka bir ülke” imajını geçirebiliriz diye düşünülmüş, ucuz zorlama sahnelerdi birçoğu. Sadece bunlar da değil, diyaloglarda özensizlik, sevinç/keder gibi duygu patlamalarında da yapaylık göze batıyor. Hem bu kızlar (10 – 17 yaş aralığındalar) madem ki 10 yıldır böyle baskıcı insanların arasında yaşıyorlar, nasıl bu kadar cesaretli olabilirler ve cinsellik konusunda bunca tecrübeyi hangi ara nereden edindiler, anlayamıyorum ben.


Elbette nihayetinde bir film bu, gerçekleri yansıtmak mecburiyetinde değil kesinlikle. Ama rahatsız olduğum nokta Deniz Gamze Ergüven’in gittiği her yerde “maalesef Türkiye’de durum böyle, kendi gözlerimle gördüm”  gerzekliğini yapıp, bunun ekmeğini yemesi. Yoksa Türkiye’yi dünyaya yobaz, baskıcı ve gerici olarak tanıtması umrumda bile değil. Ki zaten yobaz bir ülkede yaşıyoruz hakikaten, inkar etmiyorum gün gibi ortada bu durum. Yani kadın haklarının esamesinin dahi okunmadığı, kadınların herkesin içinde kahkaha atmasının, hamile kadının sokağa çıkmasının hoş karşılanmadığı, namusun kadınların bacak arasına özgü olduğu bir ülke burası. Nelerini gördük biz senelerce…

Aslında görsel açıdan da şık Mustang. Çıkış noktası ve müzikleri de hoşuma gitti, ama dediğim gibi senaryosu da biraz özenli olsaydı keşke… Her şeye rağmen filmin cesaretini de takdir ediyorum ben. Türkiye’de artık bu meselelere eğilen, odağında ve kamera arkasında kadınların olduğu filmleri görmek istediğim için de notunu sinsice hakkından yüksek veriyorum.  (B-)


9 Kasım 2015 Pazartesi

Youth


Youth sinema aşığı bir dehanın elinden çıkmış paçalarından estetik fışkıran bir sanat eseri. Paolo Sorrentino 2013’te "La grande bellezza" ile yakaladığı ivmeyi birazcık düşürmüş sanki, ama yine de bu Youth’un harika olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

İsviçre Alplerinin en tepesine konuşlanmış, elit zühreyi ağırlayan şık bir otel. Otelin seyir terasındaki şezlonglara kurulmuş, dağın eteğindeki manzarayı – gençliklerini seyreden iki eski dost... Birisi hayattan artık tat almadığını her fırsatta dile getiren emekli orkestra şefi Fred (Michael Caine); diğeri ise yaşama sıkıca bağlı duran, ardında vasiyet nişanesi olarak bırakacağı son filmini çekmeye hazırlanan Mick (Harvey Keitel). İki yorgun ruh kafa kafaya verip geçmişin muhasebesini yapma peşinde. Anılarından, dostluklarından, aşklarından, prostat sorunlarından konuşuyorlar. Sorrentino “yaşlılık hallerinin panoramasını”, iki ihtiyar dostun gençliğine ağıt yakan hoş bir resital eşliğinde sunuyor. Yaşanmışlıkların ağırlığını, yitip giden ömrün bedenlerde bıraktığı acıyı tüm çıplaklığıyla görüyoruz. Bu gerçekten çok etkileyici… Sorrentino her şeyden önce iyi bir gözlemci, insanı insana anlatmayı çok iyi biliyor. Nitekim otelin diğer sakinlerinin halet-i ruhiyesini aktarırken; zengin kesimin rutin ilişkilerini, zevksizliğini ve önyargılarını da eleştirmekten geri kalmıyor. Filmin her karesinde kendini belli eden incelikli detaylar var.  Seyircisine minimalist zevk vaat eden bu detaylar sarhoş ediyor sanki, filmin kusurlarını görünmez kılıyor. Film bitince de oturduğunuz koltuğa mıh gibi çakılıp kalıyorsunuz.

Youth için eleştireceğim tek nokta; fazla dağınık olması sanırım. Yani konu o kadar dallanıp budaklanıyor ki bir yerden sonra ilginiz sahiden azalmaya başlıyor. Tabii Sorrentino kontrolü fazla elinden bırakmayan bir yönetmen, hemen şık vurucu bir sahneyle sizi yeniden odağına çekmeyi başarıyor. Ne kaldı… Heh!.. Sinematografi, sanat yönetimi, müzikler ve kurgu şahane. Michael Caine, Harvey Keitel, Rachel Weisz, Jane Fonda ve Paul Dano da bu şahaneliğe entegre olarak güzel birer oyunculuk sergilemişler. Özellikle Caine ve Fonda’nın performansını, altını kırmızı kalemle çizerek sene sonu ödül listelerim için not ettim. Ki zaten ikisinin Oscar adaylığı için de elleri kuvvetli... 


Sözün özü… Youth sinema sevginizi onurlandıracak ve nadide zerafetiyle sizi etkilemeyi başaracak güzel bir film.  (A)