Beni varlığıyla üzen, yıpratan bir
film var bugün köşemizde.
"Çingeneler Zamanı"nı muhtemelen bir
daha izlemeye cesaret edemeyeceğim. Yüreğim o melankoliyi tekrardan kaldırır mı
bilemiyorum. O günü ve göğsüme insafsızca oturan kütleyi ölsem unutmam herhalde.
Müziklerinde bile hüzünlü-buruk bir coşku var bu filmin. Kalbi kırık bir yalnızlık senfonisi... Lütfen kulak verin…
Evet madem ki ben üzgünüm, siz de üzüleceksiniz
bittabi... Malum, ev sahibinin modu neyse ev de misafir de ona göre şekil almalı
benim nezdimde…
Aç parantez -biliyorum, her geçen gün
daha da kolaya kaçıyorum burada… ama ne yapalım, elden ne gelir ki? - Kapa parantez
............Şimdi biz genç miyiz, yetişkin mi?............
Büyümek, birey olabilmek ne zormuş arkadaş!.. Üniversite bitimindeki kutsal boşluktayım nicedir. Çırpınıyorum çırpınıyorum elime hiçbir şeyin geçtiği yok. Hayat elimdekileri almadan yeni bir şey vermeyecek anlaşılan. Masumiyetimi, hayallerimi almak istiyor; ben de Frances gibi başkaldırmak için çabalıyorum.
Modern Tiyatronun en iyi oyunlarından biri olarak kabul
edilen Who’s Afraid of Virginia Woolf? (Kim Korkar Hain Kurttan)’un sinema
uyarlamasını henüz izleyebildim. Öncelikle Edward Albee’nin kaleminden çıkmış
zekice diyalogları ve ince göndermeleri şahane bulduğumu peşin peşin
söyleyeyim. Aslında Adem ile Havva’dan beri var olan bir durumun, aşk ile
nefret arasında gidip gelmelerin öyküsü bu. Evlilik müessesi, cinsellik, Amerikan
rüyası, ahlak, aile ve toplum yapısı gibi konularda incelikli laflar ederken,
ironilere başvurmayı da ihmal etmeyen bir seyirlik. Drama olarak sunulmuş olsa
da film boyunca attığım kahkahaların haddinin hesabının olmadığını söylemek
isterim. Özellikle ilk yarısı günümüz sitcomlarına taş çıkartır cinstendi.
Temmuzla ağustos kol kola girip
boğdular sanki beni maviliklerde, nefes alamıyorum.
Gün be gün tükeniyorum sanki…
Oysa her yaz yenilendiğimi hissederdim.
Dallarım umutla yeşerir, köklerim daha bir güvenle sarılırdı toprağa. Güze
hazırlanırdım usul usul. Şimdi bu ağustos sıcağında, sonbahar kasvetiyle
boğuşuyorum. Bu ağustos sıcağında oturdum Virginia Woolf’la bağ kuruyorum:
“…düşünmek istiyorum sessizce, sakince, ferahça, yarıda
kesilmeden, sandalyemden kalkmak zorunda kalmadan, bir şeyden diğerine kolayca
süzülerek, husumet ya da engel duygusu olmadan. derinlere, daha derinlere
dalmak istiyorum, yüzeyin ötesine, yüzeysel kaskatı gerçeklerden kurtulmak
istiyorum. kendimi sabitlemek için akıp giden ilk düşünceyi yakalamalıyım…”
Düşünüyorum…
Hayatımın boş olduğu kanısına varıyorum nankörce. Severek
yaptığım her ne varsa boşmuş sanki. Bomboş yaşamışım bunca yıl. Ve bunu 22
yaşımda, bir ağustos sıcağında anlamışım…
Emin değilim…
Belki de sanmışım…
Hiçbir şey bilmiyorum…
…kendim hakkında bile…
Kendimle alıp veremediğim çok şey var. Hatalarım var…
Onları yok edebilmek için annemin kucağında bir bebek
olduğum günlere dönüp, her şeye yeni baştan başlayabilmeyi nasıl isterdim…
Bütün bunları aşıp, adamakıllı ne düşündüğümü söyleyebilmeyi
ne çok isterdim…
Kendime güvenebilmeyi…
Kendimi sevebilmeyi…
Sanrılardan kurtulup mutlu olabilmeyi…
Ne çok isterdim…
Oysa, “ne saçma bir düştü mutsuzluk!”
Mutsuzluk mu daha saçma, yahut umutsuzluk mu?...
Çözemedim...
Hangisi daha acı...
Hangisi daha erdemli?
Bu ağustos sıcağında ikisine eşlik eden 'belirsizlik' yüzünden delirmeme "saatler" var!...
Efendim, yeni bir "Tozlanmış Filmler Köşesi" yazısı için karşınızdayım. Dün gece açılış ve final sekanslarındaki muhteşem ahenkle beni benden alan, 1988 yapımı “Dangerous Liaisons”ı izledim, bugünkü konuğumuz da o. Allahım… Böyle filmleri izledikçe sinemaya olan hayranlığım kat kat artıyor. Nasıl ince… nasıl zarif… Film, Marquise Merteuil (Glenn Close)’in makyaj yaptığı sahneyle açılır ve maskesi düşüp, Paris sosyetesinden dışlandıktan sonra gözyaşları eşliğinde makyajını sildiği sahneyle de kapanır. Marquise, şaşalı bir gösteriye hazırlanan tiyatrocu edasıyla yapar makyajını, çevresinde hizmetçileri dört döner. Makyaj ona göre sıradan-rutin bir iş değil, adeta bir seremonidir. Çünkü onun hayatı başlı başına bir gösteridir. 18. Yüzyıl Fransız aristokrasisinin kadınlara sunduğu kalıplar, ona yüklediği roller vardır. Ve o, 15 yaşında girdiği sosyetede seneler sonra rolünün hakkını verip zekasıyla herkesi parmağında oynatmayı gayet iyi bilecektir…
Fransız Yeni Dalgası’nın ustalarından Alain Resnais’nin 1959
tarihli başyapıtı bende bileklerimi kesme isteği uyandırdı...
İkinci Dünya Savaşı’nın bedelini en ağır biçimde ödemiş bir
kent ve bir kadının yıkılış ve yeniden yaradılış öyküleri, başroldeki Emmanuelle
Riva’nın histerikli sesi, filmin geriye dönüşlerle örülü çarpıcı kurgusu ve
tekinsiz müziğiyle buluşunca, ufak çaplı bir depresyon atlattım. Bir
belgeselden alınmış, atom bombasının yol açtığı felaket görüntülerini hazmetmem
epey zaman alacak. Tam unuttum sanırken
karşıma çıkan bir fotoğraf ya da başıma gelen herhangi bir olay Riva’nın da
dediği gibi o görüntüleri yeniden çağrıştıracak. Ve bir gün, elbet bir gün
tamamen hafızamdan çıkacak…
Film, “hafıza bir insanın canını ne kadar acıtabilir?” sorusunu
odağına alarak ilerliyor. Hiroşima’ya savaş bittikten 14 yıl sonra barış konulu
bir filmde rol almak için gelen Fransız aktris, çekimlerin son gününde Japon
bir mimara aşık oluyor. İkili kuytu bir otel odasında sevişiyorlar. Hatta film
atom bombasının kurbanlarının parçalanmış, küle bulanmış gövdelerinin ardından,
yatakta uzanmış yatan ikilinin çıplak bedenlerini ekrana getirerek açılış
yapıyor. Felaket görüntülerine Fransız aktrisin sözleri eşlik ediyor:
“Hiroşima’da her şeyi gördüm diyor.” Gördüklerini anlatıyor... İkisinin de
mutlu evlilikleri, çocukları var, ama bir otel odasında sevişiyorlar. Vay be
diyoruz, demek ki Hiroşima edepsiz bir aldatmaca esnasında, güpegündüz bir otel
odasında küstahça da konuşulabiliyormuş...
Sonrasında, bu adamın Fransız aktrise geçmişi
çağrıştırdığını anlıyoruz. Ve belleğin acımasızlığıyla tanışıyoruz. Kadın
unuttuğunu sandığı geçmişini bir daha görmeyeceği bu adama tek tek anlatıyor.
Dağınık flashbacklerle, aktrisin savaş yıllarında genç bir kızken, Nevers’de
işgalci Nazi askerlerinden biriyle büyük bir aşk yaşadığını, asker
öldürüldükten sonra da delirdiğini ve ailesi tarafından mahzene kapatıldığını
öğreniyoruz.
Adeta Hiroşima’da atom bombasının patlaması sonucu yaşanan 'kitlesel acı' ile bu kadının kendi içinde yaşadığı 'kişisel acı' birbirine koşut
ilerliyor. Her ikisi de yıkımın ardından yeniden yaratımı yaşıyor ve tuhaf bir
biçimde toparlanıyorlar. Pek tabii bu durum yönetmen Alain Resnais’nin marifeti
ve filmin Fransız Yeni Dalganın ürünü olmasıyla açıklanabilir.
Marguerite Duras’nın imgelerle dolu senaryosu, şairane
anlatımıyla birleştiğinde izleyeni büyülüyor. Ağır aksak ilerleyen temposu ve
tokat gibi çarpan replikleri yüzünden onulmaz bir klostrofobiye sürüklenen
seyirci de bu şiirsellik sayesinde filmin sonunu getirmeyi başarıyor. Tabii
Emmanuelle Riva’nın donuk bakışlarının da mahareti yok değil. Kendisini 2012
yılında da “Amour”da seyretmiştik. Asaletini muhafaza ederek ne de güzel
yaşlanmış öyle…
Filmin kurgusu ve sembolik metni nedeniyle kolay bir
seyirlik sunmadığını kabul etmek gerek. Ancak bir kere kendinizi akışına
bırakırsanız, hayran olmamanız için hiçbir sebep yok. Hatta depresif ruhunu
bile sevebilirsiniz, nitekim böyle filmlere de ihtiyacımız var!