31 Aralık 2015 Perşembe

İyi Seneler!!!


Evveett... Yeni bir yıla geçmeden eskisinin muhasebesini yapmak adettendir. Ben bu yıl sineması olmayan bir şehirde yaşamanın ve buradan pek de uzaklaşamamanın haklı üzüntüsü içerisindeydim. Dolayısıyla yılın mahsullerini de bi’hayli geriden takip ediyorum. Olsundu, kaderdi, neyseydi, dayanılırdı… Henüz Son of Saul, Carol, The Brand New Testament, Anomalisa gibi kalp atışlarımı hızlandıran yapımlarla büyük buluşmayı gerçekleştirememiş olsam da, bu durum seyrettiğim az ama nezih filmler arasından favori kazanmama engel de olmadı. Aşağıda bu yıl (şimdilik) en sevdiğim 10 filmin listesini bulacaksınız. Altısını daha önce Sinemarquez sayfalarında ağırlamışım, kalan 4 film için de bilahare izlenimlerimi paylaşmak isterim efendim... Buyursunlar:

29 Aralık 2015 Salı

Macbeth


Avusturya'lı yönetmen Justin Kurzel'in nev-i şahsına münhasır Macbeth yorumu, güzelleşebilmek için son çare makyaja umut bağlamış çirkin bir kadın gibi. Ağdalı, allı pullu görüntüler, geniş açı çekimleri ve yavaşlatma efektleriyle şaha kalkmış sinematografi iyi hoş da, dışının müzeyyenliğini içinde bulmak zor. Shakespeare gibi bir dahinin yüce kaleminden dökülen ve yüzyıllarca yaşanırlığını, işlerliğini muhafaza eden bu müstesna satırlar böylesi yavan, kasıntı, bölük pörçük bir uyarlamayı hak etmiyor kesinlikle. Elinin altında bu kadar malzemesi bol, gücünü repliklerinin keskinliğinden alan şanlı şaheser bulunan bir yönetmen, nasıl olur da anlatım yönünden kısırlaşıp ruhunu yitirerek, görsel efektlerin ve destansı borazan seslerinin ardına saklanıp küçük dilini yutar anlamıyorum ben. Bu, Shakespeare'in ölümsüz trajedisine sadık kalıp, metnini saygıyla aynen sinemaya aktarmak değil bence; bu Macbeth'i sindirememek, yaratıcısını rahatsız edip ruhunu çağırmak, gelmeyince de anladığı kadarıyla şiirsel dokuyu bozmadan bir seyirlik oluşturmak. Anlamadığım bir diğer konu da Lady Macbeth rolü için Fransız aktris Marion Cotillard'ın tercih edilmesi. Şayet bu bir Fransız filmi olsaydı eğer, ana dilinde oyunculuğunun doruklarına rahatça çıkabilirdi pek sevdiğim aktris. Fakat burada özellikle uzun monolog sahnelerinde aksanlı İngilizcesi bariz sırıtıyor yani. Filmin yıldızı Michael Fassbender ise gayet başarılı bir performans sergiliyor bu aşikar, ama filmin kasvetvari sıkıcılığını kurtarmaya yetmiyor ne yazık ki... Kurzel'in göstermelik, burnu büyük bir sanatçı havasıyla sunduğu Macbeth'i de, göz göre göre tarihteki başarısız isimdaşlarının arasına gömülüyor; hem de ardından bir hayır duası okuyanı bile olmadan...  
 (C+)

28 Aralık 2015 Pazartesi

Sarmaşık


Sarmaşık, paranoyaklığı muhayyelliğinde yatan, delicesine gerilimli, seyretmesi de keyifli tertemiz bir yerli film. Mesajını izleyicinin gözüne gözüne sokup antipatikleşen yerli yapımlardan (bkz. Zeki Demirkubuz filmleri) nefret eden ben, bir nebze önyargıyla girdim filme açıkçası. İlk çeyreğinde dünyasına katılmakta zorlandım da; çünkü empati kurmakta güçlük çekeceğiniz tekinsiz karakterleri var filmin. Sonrasında ise yavaş yavaş adapte olduğumu söylemeliyim. Sarmaşık, meselesini öylesine sessiz-sakin ve pazarlıksız bir şekilde aşıladı ki, biz seyircilere yalnızca onu içselleştirip eve dönünce üzerine düşünmek kaldı. 

Bir gemiye sıkışıp kalmış, farklı dünya görüşlerine sahip 6 kişilik mürettebatın iç dünyalarındaki çıkmazların perde arkasında, otorite ve hiyerarşinin çılgın sapıtmışlığıyla, belirsizlik, yokluk, yoksunluk gibi hislerin dayanılmazlığına odaklanıyor film. Kraldan çok kralcı geleneksel ezik Türk toplumunun budalalığını ve sorgusuz sualsiz boyun eğmelerini de küfürler ve Cem Karaca’nın epik şarkısı eşliğinde zevkle iğneliyor. Senarist/Yönetmen Tolga Karaçelik, gemiye meçhulün tam ortasında demir attırıyor. Gerçeklerden giderek uzaklaşıp, sanrıların batağına düşen mürettebat önce birbirlerine saldırıyor, sonra ise bulundukları durumu sorgulayıp işbirliğine girişiyorlar. Karaçelik’in gemide yarattığı tımarhane atmosferi, paranoyalar ve sarmaşık metaforlarıyla birleşince izleyenleri hayran bırakıyor. Karakterlerin üzerine de fazlaca kafa yorulduğu belli, hepsi geldikleri ortamı yansıtıyor. Onlar hakkında ortaya koyduğu psikolojik tahliller de gayet yerinde ve etkileyici.

Lütfen gidin seyredin (tabii vizyondaki 3. haftası olmasına rağmen şu an sadece ve sadece 8 ilde gösterimde. Onun layık olduğu salonlar Düğün Dernek ve Deli Bal şuursuzluğu tarafından işgal edilmiş durumda maalesef) huzurlarınızda yılın en iyi Türk filmi ilan ediyorum hatta. Ve Karaçelik genç bir yönetmen, bu henüz ikinci filmi. Türk Sinemasının yeni yüz akı olması için seyirciden de ufak bir desteği hak ediyor kesinlikle. Ben Eskişehir’de  “Palto Film Günleri” kapsamında izledim filmi ve biletimi de gişede Tolga Karaçelik’in elinden aldım :) Yani demem o ki; öğrencilerin arasına karışıp bilet satacak kadar alçak gönüllü bir adam kendisi, n’olur gidin filmiyle tanışın. Hakikaten Türkiye'de böyle üst düzey filmler senede ancak bir ya da iki kez karşımıza çıkıyor, ısrarla kıymetini bilin kaçırmayın diyorum ben. 

21 Aralık 2015 Pazartesi

Mistress America


Mistress America benim için Baumbach & Gerwig ikilisinin bir diğer filmi Frances Ha gibi özel bir film. Özel, içten ve içimden… Tevekkeli değil, kendimden bir şeyler bulmayı bekliyordum zaten de, hemen açılış sahnesinde naklen hatıralarımı izleyeceğim aklıma gelmezdi tabii. O şaşkınlığımı hala üzerimden atabilmiş değilim, tesadüfün de bu kadarı... Tracy(Lola Kirke)'nin valizi elinde ilk kez yurt odasının kapısından içeri girdiği sahneyi kastediyorum. Saçma gelebilir ama aynısını yaşadım, yani üniversiteyi kazanıp yurt odasına bavulumla yerleşmek için yorgun argın ve yeni hayatın heyecanıyla adımımı ilk attığımda benim de karşılaştığım manzara tıpatıp aynıydı, ve bu kişisel bir his, inanın tarif edebilmem mümkün değil. İnsanın izledikleri karşısında “aaa evet benim de başıma gelmişti” ya da “çok doğru tespit, karşılaşmıştım” şeklinde tepkiler vermesi o seyirliği yaşanır ve samimi kılıyor. Baumbach’ın bütün filmlerinde bu akraba ya da yakın arkadaş hissiyatı mevcut, insanın içini ısıtıyor. Bütün o adaptasyon sorunları, özgürce kurduğun hayallerin gerçeklerle çarpışarak kısıtlanması, insanlar tarafından anlaşılmama gibi durumlar, popüler olma hevesleri, yüksek tansiyonlu gelecek kaygıları çok tanıdık gelmedi mi size de? Noah Baumbach en başarılı ürünlerini hayat arkadaşı Greta Gerwig’le direksiyonun başına geçtiği iki filmde verdi bana kalırsa. Bu iki filmi de kendi genç-yetişkin buhranlarıma yetiştirdikleri için müteşekkirim kendilerine. Bu kadar beğenmemin sebebi kesinlikle kurduğum bağlar.


11 Aralık 2015 Cuma

Crimson Peak


Crimson Peak’in sanat işçiliğine çamur atacak değilim. Guillermo del Toro zaten kendine özgü dünyası olan bir yönetmen, burada da altına yaldızlı imzasını atarak, dünyasını tüm tuhaflığı ve renkliliğiyle sergilemeyi başarmış. Prodüksiyon dizaynı, set dekorları, sinematografisi, kostüm tasarımı ve görsel efektleri kusursuza yakın bir kalibrede. Kendi adıma filme olan  tahammülümü de bunlara borçluyum. Çünkü çok kısır bir konuya sahip Crimson Peak. Odağında, birlikte seri cinayetler işleyecek kadar gözleri dönmüş, geçmişleri karanlık, servet avcısı kafadar kardeşler (Tom Hiddleston - Jessica Chastain) ile hayaletlere inanan genç bir yazar (Mia Wasikowska) var. Kağıt üzerinde kulağa hoş gelse de maalesef ağır aksak ilerliyor, sırlar bir türlü açığa çıkmıyor ve bir yere bağlanamadan da son buluyor. Korku filmi olarak lanse edildiği için koltuktan fırlatacak, sarsıcı bir sahne beklerken; o, geceleri uğrayan kanlı hayaletlerin bahşettiği tahmin edilir gizem ve gerilimlerle yetinmemizi istiyor. Bu tür klişelere sürüklenmesi de haliyle değerini azaltıyor.

Oyunculuk performansları ise ne eksik ne de fazla. Wasikowska ve Hiddleston gayet iyi, ama harikalar yarattıkları da söylenemez. En fazla Chastain’in kanlı – bıçaklı fettan görümce profilini beğendiğimi de söylemeliyim.


Sözün özü; filmden daha çok, tuhaf atmosferiyle merak uyandıran, ürkünç bir gotik müzesini andırıyor Crimson Peak. Pek fena bir seyirlik olmasa da sağlam kadrosu ve görselliğiyle hikayesini izlettiriyor. (B)

9 Aralık 2015 Çarşamba

Norma, Kameralar ve Karanlıktaki Muhteşem İnsanlar: Sunset Blvd.

Son günlerde eleştirmen birlikleri birer birer sene sonu listelerini açıklayıp ortalığı karıştırmışken, hengameden biraz uzaklaşıp, "Tozlanmış Filmler Köşesi" için nicedir merak ettiğim Sunset Blvd. filmini izledim, ve tabii ki de çok ama çok çok çok beğendim. Şimdi izninizle hakkında bir iki kelam etmek istiyorum.

Efendim, 1950, Hollywood…
Spot ışıklarının altında sürdürdüğü görkemli  saltanat yıllarına korkunç bir saplantıyla geri dönmeyi arzulayan bir diva Norma Desmond (Gloria Swanson). Gençlik zamanlarında, -sessiz sinema döneminde- oynadığı filmlerle tahta çıkmış dev bir oyuncu o… Devir değişip, sinemaya gelen demokrasi(!) neticesinde  “sessiz dönem” kapanıp, “diyaloglu dönem” başlayınca, yeni çağa ayak uyduramayan eskimiş film yıldızları  da birer birer köşeye çekilmişler. Norma Desmond ise bu durumu kabul edemeyenlerden. O,  yalnızlık ve zenginlikle geçen yıllar içerisinde gerçeklik algısını yitirerek, yalanlarla kendisini avutmuş, eski ışıltılı günlerine dönüp yeni bir film çekmek için sayfalarca senaryo metni yazmaktadır.

Hollywood Film Endüstrisinin bir başka üyesi Joe Gillis (William Holden) ise genç bir senaristtir. Son yazdığı metinler yapımcılar tarafından beğenilmeyince sefalete sürüklenmiş, evinin ve arabasının borçlarını ödeyemeyecek hale gelmiştir.

2 Aralık 2015 Çarşamba

By the Sea


By the Sea iki saat boyunca aralıksız göz devirtip, sara krizine sokacak kadar boş, zararlı ve bunaltıcı bir film. Kibirli melankolisi, anlamsız diyalogları ve star ışıltılı, vatkalı kostümleri emanet duruyor. Angelina Jolie, 70'ler Avrupa Sineması'na öykünmüş, hayat arkadaşı Brad Pitt'i yanına alıp, Malta Sahilleri'nde alkolik yazar - nevrotik dansçı ilişkisi üzerine gerilimli ve hicranlı bir evlilik draması çekeyim demiş. Ortaya da gerçekten şık, zevk sahibi bir sanatkarlıkla dizayn edilmiş sahnelerde, pahalı kıyafetlerin ve mobilyaların arasında oldukça ucuz kalan, sünepe, ne anlatmak istediğini bilmeyen, özenti bir nafilelik çıkmış. Üstelik, o pürferah deniz manzaraları bile odağına aldığı çiftin sıkıntılı ve buhranlı ilişkisine maruz kalan seyirciyi rahatlatmaya yetmiyor. Filmin tek iyi yanı havalı giriş sekansında çalan Jane Birkin parçası sanırım, onun için de Angelina Jolie (Pitt) hanımefendiye methiyeler düzecek değilim... O güzelim prodüksiyonu yaratan sanatçıların ve set işçilerinin emeklerine yazık.   (D)


23 Kasım 2015 Pazartesi

Ricki and the Flash


Meryl Streep benim için birçok akrabamdan daha değerli. Ama bu tabii ki yaptığı her rolü kucaklayacağım anlamına gelmiyor. Doubt (2008) ve The Iron Lady (2011)’den beri kendisini eli yüzü düzgün bir projede göremedik maalesef. Her sezon en az üç filmle karşımızda ama. Mütemadiyen de Oscar seremonisinde, kırmızı halılarda, orda burada; sürekli göz önünde. Önüne gelen bütün senaryolara oluru basıyor,  ya da dost gönlü olsun diye mi kabul ediyor anlayamıyorum. Akademi de kaşını kaldırsa aday yapıyor. Hayır yani yeni yetme bir aktris de değil ki, “bakın şunu da yapabiliyorum, işte gördünüz böyle performansların da altından kalkabiliyorum” gösterisi peşinde. Şimdi de kafası karışık bir Rock’n Roll yıldızı olarak sahne alıyor dev oyuncu. Evet, fena bir performans da sergilemiyor. Ama gerekli mi? – kesinlikle hayır. Biz artık onu ayakları yere sağlam basan, iyi yazılmış bir rolle, prestijli bir filmde arz-ı endam ederken seyretmek istiyoruz. Jonathan Demme’nin yönettiği Ricki and the Flash’ın müziklerinden ve Meryl Streep’in kızı Mamie Gummer’ın kalburüstü oyunculuğundan başka bir artısı yok ne yazık ki. Yamalı senaryosuyla, ortalama bir Amerikan dramedisi olmaktan da öteye gidemiyor. 

İzle, müzikleriyle keyiflen ve geç!  (B-)


20 Kasım 2015 Cuma

Mustang


Gittiği hiçbir festivalden elleri boş dönmeyen Deniz Gamze Ergüven, Türkiye’de kadın olmanın çilesine bayağı bir “Fransız” kalmış anlaşılan. İlk filmi Mustang yurtdışında çok sevildi, hatta Fransa tarafından “En iyi yabancı film” dalında Oscar’a aday gösterildi, Türkiye’de ise izleyenleri ikiye böldü. Bir taraf, filmi kadınlık meselesini böylesine cesur şekilde ele aldığı için baş tacı yaparken;  diğer taraf  gerçekleri yansıtmadığı ve Türkiye’yi dünyaya kötülediği için yerden yere vuruyor. Karadeniz’de küçük bir kıyı kasabasında ailelerini kaybettikleri  için on yıldır babaanneleri ve amcalarıyla birlikte yaşayan 5 kız kardeşin hikayesine odaklanıyor Mustang. Adını da Amerikan çayırlarının yabani,  özgür atlarından alıyor. Saçlar bu yüzden salınmış, beyhude bir serbestlikle dalgalanıyor alelade. Kızların dizginlenememesi bu yüzden… 

Peki ya filmin yanlışı ne?... Karadeniz’de 13 bin nüfuslu bir sahil kasabasında yaşayan ve iki genç kız kardeşi olan bir insan olarak filmde gördüklerim bana bir hayli “yabancı” geldi açıkçası. Beş kız kardeş de, onların muhafazakar aileleri de, yaşadıkları da, adetleri, gelenekleri/görenekleri de Türkiye’ye yabancı gerçekten. "Yabancı" ne denli doğru bir tabir tartışılır elbette, "karikatürize" veya "yama" demek daha doğru olur sanırım. Gerçekleri anlatıp, farkındalık yaratmak amacıyla çıktığı yolda, şaşırıp açıklar vermeye başlıyor Mustang. Açıklarını da ayakları yere sağlam basmayan karikatür karakterler ve "Yaprak Dökümü" dozunda art arda patlayan skandal hikayelerle yamamaya çalışıyor. Yani benim çevremde de muhafazakar insanlar var. Benim yaşadığım kasabanın da yüzde ellisi ampule tapıyor, sahiden yobaz, bağnaz insanlar. Ama böyle de değiller yahu… Kız isteme sahnelerindeki oldu bitti durumu, kızların zırt pırt bakire mi değil mi diye acil servise kontrole götürülmesi, kızlardan birinin doktora “dünyadaki herkesle yattım” demesi, bok rengi elbiseler dayatmasının avamlığı, gündüz vakti herkesin içinde arabada sevişme olayı… ne bileyim çok “seyircinin gözüne gözüne sokalım”dı. Yani dur bakalım daha nasıl bir sahne yapabiliriz de izleyenlere “Türkiye’de kadınların eşyadan farkı yok, burası kaka bir ülke” imajını geçirebiliriz diye düşünülmüş, ucuz zorlama sahnelerdi birçoğu. Sadece bunlar da değil, diyaloglarda özensizlik, sevinç/keder gibi duygu patlamalarında da yapaylık göze batıyor. Hem bu kızlar (10 – 17 yaş aralığındalar) madem ki 10 yıldır böyle baskıcı insanların arasında yaşıyorlar, nasıl bu kadar cesaretli olabilirler ve cinsellik konusunda bunca tecrübeyi hangi ara nereden edindiler, anlayamıyorum ben.


Elbette nihayetinde bir film bu, gerçekleri yansıtmak mecburiyetinde değil kesinlikle. Ama rahatsız olduğum nokta Deniz Gamze Ergüven’in gittiği her yerde “maalesef Türkiye’de durum böyle, kendi gözlerimle gördüm”  gerzekliğini yapıp, bunun ekmeğini yemesi. Yoksa Türkiye’yi dünyaya yobaz, baskıcı ve gerici olarak tanıtması umrumda bile değil. Ki zaten yobaz bir ülkede yaşıyoruz hakikaten, inkar etmiyorum gün gibi ortada bu durum. Yani kadın haklarının esamesinin dahi okunmadığı, kadınların herkesin içinde kahkaha atmasının, hamile kadının sokağa çıkmasının hoş karşılanmadığı, namusun kadınların bacak arasına özgü olduğu bir ülke burası. Nelerini gördük biz senelerce…

Aslında görsel açıdan da şık Mustang. Çıkış noktası ve müzikleri de hoşuma gitti, ama dediğim gibi senaryosu da biraz özenli olsaydı keşke… Her şeye rağmen filmin cesaretini de takdir ediyorum ben. Türkiye’de artık bu meselelere eğilen, odağında ve kamera arkasında kadınların olduğu filmleri görmek istediğim için de notunu sinsice hakkından yüksek veriyorum.  (B-)


9 Kasım 2015 Pazartesi

Youth


Youth sinema aşığı bir dehanın elinden çıkmış paçalarından estetik fışkıran bir sanat eseri. Paolo Sorrentino 2013’te "La grande bellezza" ile yakaladığı ivmeyi birazcık düşürmüş sanki, ama yine de bu Youth’un harika olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

İsviçre Alplerinin en tepesine konuşlanmış, elit zühreyi ağırlayan şık bir otel. Otelin seyir terasındaki şezlonglara kurulmuş, dağın eteğindeki manzarayı – gençliklerini seyreden iki eski dost... Birisi hayattan artık tat almadığını her fırsatta dile getiren emekli orkestra şefi Fred (Michael Caine); diğeri ise yaşama sıkıca bağlı duran, ardında vasiyet nişanesi olarak bırakacağı son filmini çekmeye hazırlanan Mick (Harvey Keitel). İki yorgun ruh kafa kafaya verip geçmişin muhasebesini yapma peşinde. Anılarından, dostluklarından, aşklarından, prostat sorunlarından konuşuyorlar. Sorrentino “yaşlılık hallerinin panoramasını”, iki ihtiyar dostun gençliğine ağıt yakan hoş bir resital eşliğinde sunuyor. Yaşanmışlıkların ağırlığını, yitip giden ömrün bedenlerde bıraktığı acıyı tüm çıplaklığıyla görüyoruz. Bu gerçekten çok etkileyici… Sorrentino her şeyden önce iyi bir gözlemci, insanı insana anlatmayı çok iyi biliyor. Nitekim otelin diğer sakinlerinin halet-i ruhiyesini aktarırken; zengin kesimin rutin ilişkilerini, zevksizliğini ve önyargılarını da eleştirmekten geri kalmıyor. Filmin her karesinde kendini belli eden incelikli detaylar var.  Seyircisine minimalist zevk vaat eden bu detaylar sarhoş ediyor sanki, filmin kusurlarını görünmez kılıyor. Film bitince de oturduğunuz koltuğa mıh gibi çakılıp kalıyorsunuz.

Youth için eleştireceğim tek nokta; fazla dağınık olması sanırım. Yani konu o kadar dallanıp budaklanıyor ki bir yerden sonra ilginiz sahiden azalmaya başlıyor. Tabii Sorrentino kontrolü fazla elinden bırakmayan bir yönetmen, hemen şık vurucu bir sahneyle sizi yeniden odağına çekmeyi başarıyor. Ne kaldı… Heh!.. Sinematografi, sanat yönetimi, müzikler ve kurgu şahane. Michael Caine, Harvey Keitel, Rachel Weisz, Jane Fonda ve Paul Dano da bu şahaneliğe entegre olarak güzel birer oyunculuk sergilemişler. Özellikle Caine ve Fonda’nın performansını, altını kırmızı kalemle çizerek sene sonu ödül listelerim için not ettim. Ki zaten ikisinin Oscar adaylığı için de elleri kuvvetli... 


Sözün özü… Youth sinema sevginizi onurlandıracak ve nadide zerafetiyle sizi etkilemeyi başaracak güzel bir film.  (A)

21 Ekim 2015 Çarşamba

Şairane Bir Güzellik: Sevmek Zamanı

Türk Sinemasına katkılarından ötürü usta rejisör Metin Erksan’ın aziz ruhuna en mukaddes duaları bağışlamak gerek. Kendisi bundan tam yarım yüzyıl önce aşkın en saf hali üzerine modern bir şiir yazmış. Bu muhteşemlik film değil kesinlikle, olamaz... Okuyucusuna damardan bahşedilen lirik bir şiir bu. Hemen ilk sahnesinde kanınıza karışıp, etkisi altına alıyor. Koltuğunuzdan kalkıyorsunuz, 1965 sonbaharının İstanbul ve Büyükada sokaklarına çıkıyorsunuz. Faytonlar, vapurlar, gözleri sürmeli alımlı kadınlar… yoldaşınız oluveriyor. Kafanızı nereye çevirseniz aşk, ve alabildiğine hüzün. Dibine kadar da melankoli… Eski İstanbul ne hoşmuş, insanları nasıl saygılı ve kibarmış, hayran kalmamak elde değil…

22 Eylül 2015 Salı

Me and Earl and the Dying Girl


"Me and Earl and the Dying Girl" hoş bir büyüme anlatısı. Kalp ısıtan, birazcık da kıran bir anlatı bu ama… Tıpkı Whiplash gibi Sundance Film Festivali’nde çok sevilmiş, Jüri Büyük Ödülü ve Seyirci Ödülleri ile evine dönmüş filmin yönetmen koltuğunda Alfonso Gomez-Rejon oturuyor. Senaryoyu ise Jesse Andrews, aynı adlı romanından yine kendisi uyarlamış. Bu yılın en iyi bağımsızlarından biri kabul edilen filmi çok, çok beğendim! Henüz yarım saat kadar önce bitirdim ve şimdi kısacık da olsa sıcağı sıcağına konusundan bahsetmek istiyorum... 

Greg (Thomas Mann) 17 yaşında, lise sona gidiyor. Tam bir ergen! Sosyalleşmeyle ilgili problemleri var (hangimizin olmadı ki o yıllarda). Ebeveynlerine bile güvenmediği için okuldan kimseyle yakın ilişki kurup arkadaş olma taraftarı değil. Sıkıcı ve dağ sıçanına benzeyen bir suratı olduğunu düşünüyor. Tek derdi hiçbir belaya karışmadan, kimseyle sorun yaşamadan görünmez bir tip olarak liseyi bitirmek. Hayattaki tek arkadaşı ise Earl (RJ Cyler). Pardon iş arkadaşı demeliydim. Greg ve Earl izledikleri filmlerden esinlenerek birbirinden abuk filmler çekiyorlar. Çocukluklarından beri düzinelercesini çekmişler. İşte bu, son çektikleri filmin hikayesi esasında. Hikayeyi de Greg’in ağzından dinliyoruz. Bu filme yön veren esas kız ise Rachel (Olivia Cooke). Rachel hayat dolu. Rachel şakacı. Rachel eğlenceli. Rachel makaslarla oynamayı seviyor. Rachel kanser hastası… Greg annesinin zoruyla tanışıyor onunla. Greg’in şapşallığı,  gerzekliği Rachel’a; Rachel’in neşesi ve zekası ise Greg’e çok ama çok iyi geliyor. Tabi bir de Earl’ün mantığını ve boş boğazlığını saymadan olmaz…  Üçü arasındaki altı ay süren arkadaşlık görülmeye değer. Nasıl da sakinleştiriyorlar birbirlerini… nasıl da güzelleştiriyorlar… Tabii işler sarpa sarsın da yönetmenimizin anlatacağı bir derdi, kahramanlarımızın ve biz seyircilerin de dökeceği gözyaşları olsun.  Dert değil… 

20 Eylül 2015 Pazar

Far from Men


İnsanlıktan uzak tanrıya yakın dağlarda, çatışmalar ve mermi sesleri eşliğinde varoluş muhasebesi yapan “Far from Men” ne olursa olsun hayat yaşamaya değer diye fısıldayarak mesajını seyirciye ulaştırmayı başarıyor...

Cezayir’de gözlerden uzak bir köyün derme çatma sınıfında öğretmenlik yapan Daru’ya (Viggo Mortensen) günün birinde Arap bir suçlu (Mohamed) emanet ediliyor. Daru, Mohamed’i başka bir şehirdeki karakola teslim edecek. Başta bu görevi reddetse de, ikili zoraki şehre ulaşmak için Atlas Dağları’nı aşacakları yolculuğa çıkıyorlar. Yıl 1954. Tam da Cezayirli asilerin Fransızlara karşı ayaklanma başlatıp, bağımsızlık mücadelesine giriştiği zamanlar. Ortalık karışık. Daru, geçmişte Fransız ordusuna hizmet etmiş Endülüs kökenli eski bir binbaşı aynı zamanda. Mohamed ise, hasatını çaldığı için kuzenini öldürmüş saf bir Cezayir köylüsü. Kuzenleri kan davası çıkartıp geride bıraktığı küçük kardeşini öldürmesinler diye karakola teslim olmakta bulmuş çareyi. Birnevi intihar onunkisi, sırf kardeşi onun yüzünden ölmesin diye, eli henüz bir kadın eline bile değmeden, yaşamaktan nasibini almadan kendi ayaklarıyla gidiyor ölüme. Yönetmen David Oelhoffen bu iki karakter üzerinden yarattığı çatışmalarla, yaşam ve ölüm kavramlarına varoluşçu bir yaklaşım getiriyor. İki farklı kültüre mensup, birbirinin zıttı kişiliklere sahip Daru ve Mohamed arasındaki yol arkadaşlığı, savaş arifesindeki Cezayir’de beklenmedik olaylara, iç hesaplaşmalara gebe.

Daru yaşam, Mohamed ise ölüm. Biri öğretmen diğeri öğrenci… Bu Atlas Dağları ikili için özel olarak kurulmuş bir okul oluveriyor adeta. Daru’nun müfredatında yalnızca çocuklara okuma yazma öğretmek yok ki. Onun fıtratında, benlik telaşına düşmüş kalbi katılaşmışlara insanlık ve hayat dersi vermek de var. Daru bunun için başka bir dünyanın ve yolun mümkün olduğunu hatırlatıyor. Mohamed’i ısrarla yaşamaya ikna etmek için çabalıyor. Hem de ölümün kol gezdiği, kana bulanmış o topraklarda… 


David Oelhoffen, senaryoyu Albert Camus’nun “Misafir” adlı öyküsünden uyarlamış. Cezayir doğumlu bir Fransız olan Camus, o yıllarda Cezayir’in bağımsızlık savaşını hiçbir zaman desteklememiş. Bir arada yaşayabilmenin her zaman mümkün olduğunu savunan yazarın kitabını henüz okumadım ancak film bu görüşün izlerini taşıyor. Oelhoffen’ın her iki yakaya da mesafeli olan tarafsız anlatımı film için yukarı bir ivme. Ne işgalci Fransız ordusu ne de isyancı Cezayir asileri övülmediği gibi savaşı eleştirmeyi de ihmal etmemiş yapım. Bir de bu ateş hattının ortasında Daru’ya ‘sen kimsin, kimlerdensin?’ sorusunu yönelterek de izleği genişletmiş. Zira filmde Daru’nun iç hesaplaşmalarını da duyabiliyoruz. İlk sahnede çocuklara kendi ana dillerinde değil de Fransızca olarak Fransa coğrafyası anlatan Daru, Atlas Dağlarındaki yolculuğundan dönüşünde tahtaya ders konusunu hem Fransızca hem de Arapça olarak yazıyor.


Viggo Mortensen “Daru” rolünde oldukça başarılı. Şefkatli, bilgin, idealist bir köy öğretmeni imajını muntazam bir kalibrede oturtmayı başarmış. Filmin sinematografisinin de Albert Camus’ya ve onun varoluşçuluk felsefesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Yaşadığımızı, ‘evrende bir tuz olduğumuzu’ her sahnede hissettik. Atlas Dağları’nın muhteşem coğrafyasını geniş açılarla tanımamızı sağlayan fotografik kareler de enfesti.

6 Eylül 2015 Pazar

Southpaw


Jake Gyllenhaal’un 2015 marifetlerinden biri Southpaw. Kendi jenerasyonunun en iyilerinden biri olduğunu her filmiyle kanıtlıyor yetenekli oyuncu. Filmografisine baktığımızda birbirlerinden apayrı rollerle sinemaseverlerle buluşuyor ve hepsinde de izleyenlerin gönlünde taht kurmayı başarıyor. Keşke bir de kendisini Scorsese, Fincher, Tarantino gibi ustaların filmlerinde arz-ı endam ederken de görebilsek. İşte asıl patlamasını o zaman yapar diye düşünüyorum ben… 

23 Ağustos 2015 Pazar

Müzik Kutusundan Sanrılar #3

.............Kara bir gün..............




Beni varlığıyla üzen, yıpratan bir film var bugün köşemizde.
"Çingeneler Zamanı"nı muhtemelen bir daha izlemeye cesaret edemeyeceğim. Yüreğim o melankoliyi tekrardan kaldırır mı bilemiyorum. O günü ve göğsüme insafsızca oturan kütleyi ölsem unutmam herhalde. 
Müziklerinde bile hüzünlü-buruk bir coşku var bu filmin. Kalbi kırık bir yalnızlık senfonisi... Lütfen kulak verin…

Evet madem ki ben üzgünüm, siz de üzüleceksiniz bittabi... Malum, ev sahibinin modu neyse ev de misafir de ona göre şekil almalı benim nezdimde… 


Aç parantez - biliyorum, her geçen gün daha da kolaya kaçıyorum burada… ama ne yapalım, elden ne gelir ki?Kapa parantez 
   

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Müzik Kutusundan Sanrılar #2

............Şimdi biz genç miyiz, yetişkin mi?............


Büyümek, birey olabilmek ne zormuş arkadaş!.. Üniversite bitimindeki kutsal boşluktayım nicedir. Çırpınıyorum çırpınıyorum elime hiçbir şeyin geçtiği yok. Hayat elimdekileri almadan yeni bir şey vermeyecek anlaşılan. Masumiyetimi, hayallerimi almak istiyor; ben de Frances gibi başkaldırmak için çabalıyorum.  

18 Ağustos 2015 Salı

Aşk ve Nefret: Who's Afraid of Virginia Woolf?

Modern Tiyatronun en iyi oyunlarından biri olarak kabul edilen Who’s Afraid of Virginia Woolf? (Kim Korkar Hain Kurttan)’un sinema uyarlamasını henüz izleyebildim. Öncelikle Edward Albee’nin kaleminden çıkmış zekice diyalogları ve ince göndermeleri şahane bulduğumu peşin peşin söyleyeyim. Aslında Adem ile Havva’dan beri var olan bir durumun, aşk ile nefret arasında gidip gelmelerin öyküsü bu. Evlilik müessesi, cinsellik, Amerikan rüyası, ahlak, aile ve toplum yapısı gibi konularda incelikli laflar ederken, ironilere başvurmayı da ihmal etmeyen bir seyirlik. Drama olarak sunulmuş olsa da film boyunca attığım kahkahaların haddinin hesabının olmadığını söylemek isterim. Özellikle ilk yarısı günümüz sitcomlarına taş çıkartır cinstendi.  

14 Ağustos 2015 Cuma

Müzik Kutusundan Sanrılar #1


Tuhaf bir yaz geçiriyorum… 
Temmuzla ağustos kol kola girip boğdular sanki beni maviliklerde, nefes alamıyorum. 
Gün be gün tükeniyorum sanki… 
Oysa her yaz yenilendiğimi hissederdim. Dallarım umutla yeşerir, köklerim daha bir güvenle sarılırdı toprağa. Güze hazırlanırdım usul usul. Şimdi bu ağustos sıcağında, sonbahar kasvetiyle boğuşuyorum. Bu ağustos sıcağında oturdum Virginia Woolf’la bağ kuruyorum:

“…düşünmek istiyorum sessizce, sakince, ferahça, yarıda kesilmeden, sandalyemden kalkmak zorunda kalmadan, bir şeyden diğerine kolayca süzülerek, husumet ya da engel duygusu olmadan. derinlere, daha derinlere dalmak istiyorum, yüzeyin ötesine, yüzeysel kaskatı gerçeklerden kurtulmak istiyorum. kendimi sabitlemek için akıp giden ilk düşünceyi yakalamalıyım…”

Düşünüyorum…

Hayatımın boş olduğu kanısına varıyorum nankörce. Severek yaptığım her ne varsa boşmuş sanki. Bomboş yaşamışım bunca yıl. Ve bunu 22 yaşımda, bir ağustos sıcağında anlamışım…


Emin değilim…


Belki de sanmışım…

Hiçbir şey bilmiyorum…
…kendim hakkında bile…

Kendimle alıp veremediğim çok şey var. Hatalarım var…
Onları yok edebilmek için annemin kucağında bir bebek olduğum günlere dönüp, her şeye yeni baştan başlayabilmeyi nasıl isterdim…

Bütün bunları aşıp, adamakıllı ne düşündüğümü söyleyebilmeyi ne çok isterdim…

Kendime güvenebilmeyi…

Kendimi sevebilmeyi…

Sanrılardan kurtulup mutlu olabilmeyi…
Ne çok isterdim…

Oysa, 
“ne saçma bir düştü mutsuzluk!”


Mutsuzluk mu daha saçma, yahut umutsuzluk mu?...
Çözemedim...
Hangisi daha acı...
Hangisi daha erdemli?

Bu ağustos sıcağında ikisine eşlik eden 'belirsizlik' yüzünden delirmeme "saatler" var!...

6 Ağustos 2015 Perşembe

Tehlikeli İlişkiler: Dangerous Liaisons


Efendim, yeni bir "Tozlanmış Filmler Köşesi" yazısı için karşınızdayım. Dün gece açılış ve final sekanslarındaki muhteşem ahenkle beni benden alan, 1988 yapımı “Dangerous Liaisons”ı izledim, bugünkü konuğumuz da o. Allahım… Böyle filmleri izledikçe sinemaya olan hayranlığım kat kat artıyor. Nasıl ince… nasıl zarif… Film, Marquise Merteuil (Glenn Close)’in makyaj yaptığı sahneyle açılır ve maskesi düşüp, Paris sosyetesinden dışlandıktan sonra gözyaşları eşliğinde makyajını sildiği sahneyle de kapanır. Marquise, şaşalı bir gösteriye hazırlanan tiyatrocu edasıyla yapar makyajını, çevresinde hizmetçileri dört döner. Makyaj ona göre sıradan-rutin bir iş değil, adeta bir seremonidir. Çünkü onun hayatı başlı başına bir gösteridir. 18. Yüzyıl Fransız aristokrasisinin kadınlara sunduğu kalıplar, ona yüklediği roller vardır. Ve o, 15 yaşında girdiği sosyetede seneler sonra rolünün hakkını verip zekasıyla herkesi parmağında oynatmayı gayet iyi bilecektir…

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Hatırlayabilmenin Acısı: Hiroshima mon amour

Fransız Yeni Dalgası’nın ustalarından Alain Resnais’nin 1959 tarihli başyapıtı bende bileklerimi kesme isteği uyandırdı...

İkinci Dünya Savaşı’nın bedelini en ağır biçimde ödemiş bir kent ve bir kadının yıkılış ve yeniden yaradılış öyküleri, başroldeki Emmanuelle Riva’nın histerikli sesi, filmin geriye dönüşlerle örülü çarpıcı kurgusu ve tekinsiz müziğiyle buluşunca, ufak çaplı bir depresyon atlattım. Bir belgeselden alınmış, atom bombasının yol açtığı felaket görüntülerini hazmetmem epey zaman alacak.  Tam unuttum sanırken karşıma çıkan bir fotoğraf ya da başıma gelen herhangi bir olay Riva’nın da dediği gibi o görüntüleri yeniden çağrıştıracak. Ve bir gün, elbet bir gün tamamen hafızamdan çıkacak…

Film, “hafıza bir insanın canını ne kadar acıtabilir?” sorusunu odağına alarak ilerliyor. Hiroşima’ya savaş bittikten 14 yıl sonra barış konulu bir filmde rol almak için gelen Fransız aktris, çekimlerin son gününde Japon bir mimara aşık oluyor. İkili kuytu bir otel odasında sevişiyorlar. Hatta film atom bombasının kurbanlarının parçalanmış, küle bulanmış gövdelerinin ardından, yatakta uzanmış yatan ikilinin çıplak bedenlerini ekrana getirerek açılış yapıyor. Felaket görüntülerine Fransız aktrisin sözleri eşlik ediyor: “Hiroşima’da her şeyi gördüm diyor.” Gördüklerini anlatıyor... İkisinin de mutlu evlilikleri, çocukları var, ama bir otel odasında sevişiyorlar. Vay be diyoruz, demek ki Hiroşima edepsiz bir aldatmaca esnasında, güpegündüz bir otel odasında küstahça da konuşulabiliyormuş... 

Sonrasında, bu adamın Fransız aktrise geçmişi çağrıştırdığını anlıyoruz. Ve belleğin acımasızlığıyla tanışıyoruz. Kadın unuttuğunu sandığı geçmişini bir daha görmeyeceği bu adama tek tek anlatıyor. Dağınık flashbacklerle, aktrisin savaş yıllarında genç bir kızken, Nevers’de işgalci Nazi askerlerinden biriyle büyük bir aşk yaşadığını, asker öldürüldükten sonra da delirdiğini ve ailesi tarafından mahzene kapatıldığını öğreniyoruz. 

Adeta Hiroşima’da atom bombasının patlaması sonucu yaşanan 'kitlesel acı' ile bu kadının kendi içinde yaşadığı 'kişisel acı' birbirine koşut ilerliyor. Her ikisi de yıkımın ardından yeniden yaratımı yaşıyor ve tuhaf bir biçimde toparlanıyorlar. Pek tabii bu durum yönetmen Alain Resnais’nin marifeti ve filmin Fransız Yeni Dalganın ürünü olmasıyla açıklanabilir.

Marguerite Duras’nın imgelerle dolu senaryosu, şairane anlatımıyla birleştiğinde izleyeni büyülüyor. Ağır aksak ilerleyen temposu ve tokat gibi çarpan replikleri yüzünden onulmaz bir klostrofobiye sürüklenen seyirci de bu şiirsellik sayesinde filmin sonunu getirmeyi başarıyor. Tabii Emmanuelle Riva’nın donuk bakışlarının da mahareti yok değil. Kendisini 2012 yılında da “Amour”da seyretmiştik. Asaletini muhafaza ederek ne de güzel yaşlanmış öyle…

Filmin kurgusu ve sembolik metni nedeniyle kolay bir seyirlik sunmadığını kabul etmek gerek. Ancak bir kere kendinizi akışına bırakırsanız, hayran olmamanız için hiçbir sebep yok. Hatta depresif ruhunu bile sevebilirsiniz, nitekim böyle filmlere de ihtiyacımız var!



19 Temmuz 2015 Pazar

Thelma & Louise

Yol, yolculuk, dostluk üzerine kurulu sürükleyici bir film arıyordum uzun zamandır. Sürüklenmek, kaybolmak, hiç gitmediğim ıssız bir yerde bulunmak istiyordum. Ridley Scott’ın filmi ilaç gibi geldi. Thelma (Geena Davis) ve Louise (Susan Sarandon)’in üstü açık yeşil arabasının arka koltuğunda buldum kendimi. Mutsuz ve güvensiz iki Amerikan kadının el ele, diz dize, dudak dudağa, güçlü kuvvetli hükümet gibi kadınlara evrilişine şahit oldum. Gözlerimin önünde kurtuldular sorunlarından. İçlerinde bastırdıkları her ne varsa gözlerimin önünde dışarı çıkarttılar… Fena mı oldu? Bu vesileyle blogun tozlanmış filmler köşesinin tozlarını da hafiften üfledim hem.

20 Nisan 2015 Pazartesi

Bette vs. Joan : What Ever Happened to Baby Jane?

İşte şöhret hırsının insan yaşamı üzerindeki tesirlerini irdeleyen bir klasik daha! What Ever Happened to Baby Jane? Hitchcockvari gerilimi, üzerine karabasan gibi çökmüş gizemi ve ters köşe yapıp şaşırtan finaliyle eksiksiz-gediksiz bir başyapıt... Aynı kandan iki düşmanın, Hudson Kardeşlerin hikayesi, bir gösteride alkışlar eşliğinde başlamakta ve yıllar yıllar sonra bir yaz günü, kumsalda üzerlerine dikilmiş meraklı gözlerle son bulmakta. Filmin giriş ve sonuç bölümündeki ilgi odağı Jane Hudson, şöhreti çok küçük yaşta tatmış, babasıyla beraber yaptığı gösterilerde  “Baby Jane” sıfatıyla halkın gözbebeği olmuştur. Yetenekli bir çocuktur, bir hayli de şımarıktır. Bu sırada hemen hemen aynı yaşlardaki kız kardeşi Blanche Hudson ise çocukluğunu silik ve içine kapanık bir biçimde, onu sahne arkasından izlemekle yetinerek geçirmektedir. Elbette ki kız kardeşinin el üstünde tutulması, babasının bile Jane’i kayırması, hatta Jane’in onu eziklemesi Blanche’in psikolojisini kötü etkilemekte, henüz küçücük bir kız çocuğu olmasına rağmen, bir gün büyüyüp Jane’den daha fazla sevilen bir insan olmanın hayalini kurmaktadır. Gel zaman git zaman Blanche’in hayalleri gerçek olur… Jane, çocuk yaşta eriştiği ünü, başarıyı gençlik döneminde kız kardeşi Blanche’e kaptırmıştır. Artık devir Blanche’in devridir. İstediği her filmde oynuyor, güzelliğiyle ve yeteneğiyle fırtınalar estiriyordur. Jane ise birbiri ardına çektiği filmlerdeki başarısız performansı yetmezmiş gibi, alkol bağımlılığıyla da halkın gözünden düşmüş ve ayıplanmıştır.  

13 Nisan 2015 Pazartesi

Perde Açılıyoooooor...

Nihayet "Tozlanmış Filmler Köşesi" bölümünün perdesini "All About Eve" ile açıyorum. Bu bölümde geçmiş yıllarda izlemeye fırsat bulamadığım, henüz keşfedebildiğim filmleri yad etmeyi planlıyorum (ve o kadar çoklar ki...). Umarım okurken keyif alırsınız... Sinema tarihinin kilometre taşlarından biri All About Eve. Tam anlamıyla bir oyunculuk resitali diyebiliriz. Evet, bir sinemasever olarak bu resitali izlemek için epey geç kaldım, farkındayım. Ama bugün, bu utanç duvarımı yıkıp, All About Eve’e methiyeler düzmenin vaktinin geldiğine inanıyorum.

12 Nisan 2015 Pazar